21 Şubat 2012 Salı

Oraya yapıver kızım birşey olmaz...


Asansöre bindik; ben ve tanımadığım bir adam daha. Böyle uzun boylu, kumral, gözleri bir yerden tanıdık, sanki iş yerinden birine benziyor gibi ama değil, sanki tanışıyormuşuz gibi samimi, güleryüzlü. Apartmanda birçok kişi benimle aynı asansöre bindiğinde sanki yokmuşum, sanki asansörün duvarına asılmış o minik LCD televizyonun herhangi bir parçasıymışım, sanki hiç yaşamıyormuşum, sanki aynı “6. His” filmindeki gibi onlar yaşıyor ben bir hayaletmişim gibi davranıyorken, bu adamın güleryüzlü yaklaşımı şaşırtıcıydı. Elleri kolları torbalarla doluydu; belli ki sabah evden çıkmadan önce uzunca bir liste tutuşturulmuştu eline. Kat numaralarını gösteren panelde rakamlar teker teker dönerken aşağıya doğru indiğimizi farkettim. Anlam veremedim ama üzerine de düşünmedim. Birden elektrikler kesildi, ortalık zifiri karanlık oldu ve asansör olduğu yere çakılıverdi. Korku içerisinde karnıma, bebeğime tutundum sıkı sıkı.

Küçüklüğümden beri asansörde kalmaktan korkmuşumdur. Bir keresinde, İzmir Küçükyalı’daki evimizin asansöründe kalmıştım bakkal dönüşü. Canım çok dondurma çekmişti, havalar çok sıcak ve kuruydu, neredeyse nefes alırken kuruyordu ciğerlerimiz, elimde dondurmam eve dönmüştüm. Asansörü çağırmış, beni 3.kata çıkarmasını istemiştim nazikçe kat numarasına basarken. O arada daha fazla sabredemeyeceğimi farkedip torba içerisinden kendi dondurmamı açmış yemeğe başlamıştım. İkinci ısırığımda küt diye duruvermişti asansör. Önce dışarıdaki sesleri dinlemiştim; yani sessizliği dinlemiştim aslında çünkü kimse yoktu merdivenlerde. Sonra bir anda, saniyeler içerisinde asansör kabinine dolan sıcak nemli havayı hissettim. Sanki nefes alamıyordum; alıyordum aslında, gerçekten nefes alamasam bayılırdım herhalde ama psikolojik olarak asansör kabini küçülmüş ve dolayısıyla içerisindeki oksijen de azalmıştı. Dondurmam elimden eriyerek yerlere dökülüyordu. Heryer pislenmişti. Bu havasızlık içerisinde yetmezmiş gibi bir de yerlerin pislenmesini  dert etmiştim kendime. İstemsiz ağlamaya başlamıştım. Keşke yerler sadece dondurma damlaları ile pislenecek olsaydı. Ömrüm boyunca unutamayacağım o büyük felakete çok kısa bir zaman kalmıştı. O sırada alarm butonuna basmayı akıl etmiştim allahtan ki uzaklardan insan sesleri duyulmaya başlamıştı. İki saniye içerisinde inanılmaz bir şekilde, sanki yıllardır tuvaletimi tutuyormuşum, bir de üstüne tonlarca su içmişim gibi aniden böbreklerimden mesaneme dolan tuvaletimin baskısı ile sarsıldım. Bu kadarı da acımasızlıktı. Küçücük kabin içerisinde beni strese sokan yeteri kadar faktör varken bir de bunun eklenmesi gerçekten acımasızlıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Annemin kabinin öteki tarafından gelen sesi ile sel olup akan gözyaşlarım biraz olsun durulduğunda kendimi toplayıp “Anne çişim geldi, çok fena, tutamıyorum” diyebilmiştim. Annem de “birşey olmaz kızım bırakıver oraya” demişti. “Ama dondurmam da akıyor yere” diye eklediğimde bu sefer de “ben sana yenisini alırım koy yere, elini de üstüne sil” demişti. Şimdi tek derdim boğazıma basan bu sıcak havasızlıktı ama onunla da sanırım başedebilirdim. Bu konuşmadan sanıyorum bir beş dakika kadar sonra beni o asansörden kurtarmışlardı. Kapı ilk açıldığında etraftaki herkesin, utancımdan kızarmış olan yanaklarımın sıcak hava ve oksijensizlik yüzünden kızardığını zannetmesi bana bir nebze olsun rahat hareket alanı sağlamıştı.

O gün bugündür asansöre binmekten değil de eskaza asansörde kapalı kalmaktan hep korkmuşumdur. Bu sefer de aynı korku ile tutunabileceğim, güç alabileceğim ilk şeye bebeğime sarılmıştım kollarımla. Sonra birden farkettim ki asansörün duvarları artık yoktu ve asansör kabinine bağlanmış bir köprü ile sitemizin önündeki bahçelerden birine çıkabiliyorduk. İnsanlar bize sesleniyor; “buradan geçin” diye bize yol gösteriyorlardı. Kendimi tahta köprünün üzerine attım; köprünün sonunda babamın arkadaşı Namık Amca ile yüzyüze geldim. “Buradan gel kızım, buradan” dedi bana. Az evvel aynı kabini paylaştığım adamı ardımda bırakarak babamın arkadaşının eliyle gösterdiği tarafa doğru yönelirken “babam nerede” diye sordum. Basit, safça bir soruydu. Sıradandı; anlamı yoktu. Eliyle az ileriyi gösterdi. Her taraf hala karanlıktı ama babamı seçebildim. Üzerinde beyaz atleti vardı; hem de hiç tarzı değilken. Eski, güçlü hallerindeki gibi göbeği vardı; ilk göbeğine baktığım için kolayca farkettim. Hiçbirşey söylemeden sarıldı bana. Ciğerlerimde sanki yıllardır tuttuğum havayı dışarı bıraktım. Sanki dünyanın en güvenli yerindeydim o an. Sonra beraber eve doğru yürümeye başladık. Yokuş yukarı tırmandığımız sırada uyandım.

Yatağımda doğrulup da bunun bir rüya olduğunu anladığımda hem içim buruldu hem de tarif edilemez bir mutluluk hissettim. Saat sabaha karşı ikiydi sanıyorum. Son zamanlarda bir şekilde hep aynı saatlerde uyanmayı adet edinmiştim geceleri. Bu da onlardan biriydi. İçim buruktu çünkü bu sadece bir rüyaydı; gerçek olamayacak kadar güzel bir rüya. Mutluydum; çünkü haftalardır içimden geçen olmuştu. Babam gelip sarılmıştı bana. Rüyaların bu kadar gerçek olabileceğini başka biri söylese inanmazdım. Ama şimdi o anı, o kucaklaşmayı, o sıcaklığı, uyanmış olmama rağmen hala hissedebiliyor olmam rüyaların gerçeğe bu kadar yakın oluşuna beni inandırıvermişti. Haftalardır her gece yastığıma başımı koymadan evvel ettiğim belli başlı dualar arasından bir tanesiydi bu da. Dualarımın vazgeçilmeziydi. “Kız çocukları için babaları vazgeçilmezdir” diye bir giriş yapmıştım aylardır üzerine tek bir kelime bile eklemediğim projeme. Evet aynen öyleydi; sadece babaları değil onlarla alakalı olabilecek herşey vazgeçilmezdi kız çocukları için. O an itibariyle geri uyumak istemedim. Gözlerim böyle fal taşı gibi açık, o anın, o dokunuşun, o hayal içerisindeki gerçekliğin tadını çıkartmak istedim. Bir süre sonra istemsiz bir şekilde yer çekimi ve yorgunluğa yenik düşünce göz kapaklarım, uyumuşum.

İkinci uykumda ne gördüğümü sorarsanız hatırlamıyorum ama emin olduğum birşey var ki aynı annemin yıllar yıllar önce o küçücük asansör kabininin öteki tarafından söylediği gibi “birşey olmuyordu bırakıversek olduğumuz yere” ta ki yanımızda bize o cesareti veren bir omuz, bir kol olsun. Dünya üzerinde temizlenmeyecek hiçbir zemin, hiçbir pantalon, hiçbir t-shirt veya üstesinden gelinemeyecek hiçbir sıkıntı yoktu. Yeter ki bize bazı yüklerimizi olduğumuz yere bırakıvermemizi söyleyen biri olsun yanımızda. Yani hala yaşıyorken sevdikleriniz, hala vakit varken ve hala yüklerinizi olduğunuz yere bırakmanız sadece bir saniyenizi alıyorken “birşey olmaz bırakıverin oraya”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder