Asansöre bindik;
ben ve tanımadığım bir adam daha. Böyle uzun boylu, kumral, gözleri bir yerden
tanıdık, sanki iş yerinden birine benziyor gibi ama değil, sanki tanışıyormuşuz
gibi samimi, güleryüzlü. Apartmanda birçok kişi benimle aynı asansöre bindiğinde
sanki yokmuşum, sanki asansörün duvarına asılmış o minik LCD televizyonun herhangi
bir parçasıymışım, sanki hiç yaşamıyormuşum, sanki aynı “6. His” filmindeki gibi onlar yaşıyor ben bir hayaletmişim gibi davranıyorken,
bu adamın güleryüzlü yaklaşımı şaşırtıcıydı. Elleri kolları torbalarla doluydu;
belli ki sabah evden çıkmadan önce uzunca bir liste tutuşturulmuştu eline. Kat numaralarını
gösteren panelde rakamlar teker teker dönerken aşağıya doğru indiğimizi
farkettim. Anlam veremedim ama üzerine de düşünmedim. Birden elektrikler kesildi,
ortalık zifiri karanlık oldu ve asansör olduğu yere çakılıverdi. Korku içerisinde
karnıma, bebeğime tutundum sıkı sıkı.
Küçüklüğümden beri
asansörde kalmaktan korkmuşumdur. Bir keresinde, İzmir Küçükyalı’daki evimizin
asansöründe kalmıştım bakkal dönüşü. Canım çok dondurma çekmişti, havalar çok
sıcak ve kuruydu, neredeyse nefes alırken kuruyordu ciğerlerimiz, elimde
dondurmam eve dönmüştüm. Asansörü çağırmış, beni 3.kata çıkarmasını istemiştim
nazikçe kat numarasına basarken. O arada daha fazla sabredemeyeceğimi farkedip
torba içerisinden kendi dondurmamı açmış yemeğe başlamıştım. İkinci ısırığımda
küt diye duruvermişti asansör. Önce dışarıdaki sesleri dinlemiştim; yani
sessizliği dinlemiştim aslında çünkü kimse yoktu merdivenlerde. Sonra bir anda,
saniyeler içerisinde asansör kabinine dolan sıcak nemli havayı hissettim. Sanki
nefes alamıyordum; alıyordum aslında, gerçekten nefes alamasam bayılırdım
herhalde ama psikolojik olarak asansör kabini küçülmüş ve dolayısıyla
içerisindeki oksijen de azalmıştı. Dondurmam elimden eriyerek yerlere
dökülüyordu. Heryer pislenmişti. Bu havasızlık içerisinde yetmezmiş gibi bir de
yerlerin pislenmesini dert etmiştim
kendime. İstemsiz ağlamaya başlamıştım. Keşke yerler sadece dondurma damlaları
ile pislenecek olsaydı. Ömrüm boyunca unutamayacağım o büyük felakete çok kısa
bir zaman kalmıştı. O sırada alarm butonuna basmayı akıl etmiştim allahtan ki
uzaklardan insan sesleri duyulmaya başlamıştı. İki saniye içerisinde inanılmaz
bir şekilde, sanki yıllardır tuvaletimi tutuyormuşum, bir de üstüne tonlarca su
içmişim gibi aniden böbreklerimden mesaneme dolan tuvaletimin baskısı ile
sarsıldım. Bu kadarı da acımasızlıktı. Küçücük kabin içerisinde beni strese
sokan yeteri kadar faktör varken bir de bunun eklenmesi gerçekten
acımasızlıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Annemin kabinin öteki
tarafından gelen sesi ile sel olup akan gözyaşlarım biraz olsun durulduğunda
kendimi toplayıp “Anne çişim geldi, çok
fena, tutamıyorum” diyebilmiştim. Annem de “birşey olmaz kızım bırakıver oraya” demişti. “Ama dondurmam da akıyor yere” diye eklediğimde bu sefer de “ben sana yenisini alırım koy yere, elini de
üstüne sil” demişti. Şimdi tek derdim boğazıma basan bu sıcak havasızlıktı
ama onunla da sanırım başedebilirdim. Bu konuşmadan sanıyorum bir beş dakika
kadar sonra beni o asansörden kurtarmışlardı. Kapı ilk açıldığında etraftaki
herkesin, utancımdan kızarmış olan yanaklarımın sıcak hava ve oksijensizlik
yüzünden kızardığını zannetmesi bana bir nebze olsun rahat hareket alanı
sağlamıştı.
O gün bugündür
asansöre binmekten değil de eskaza asansörde kapalı kalmaktan hep korkmuşumdur.
Bu sefer de aynı korku ile tutunabileceğim, güç alabileceğim ilk şeye bebeğime
sarılmıştım kollarımla. Sonra birden farkettim ki asansörün duvarları artık
yoktu ve asansör kabinine bağlanmış bir köprü ile sitemizin önündeki bahçelerden
birine çıkabiliyorduk. İnsanlar bize sesleniyor; “buradan geçin” diye bize yol gösteriyorlardı. Kendimi tahta
köprünün üzerine attım; köprünün sonunda babamın arkadaşı Namık Amca ile
yüzyüze geldim. “Buradan gel kızım,
buradan” dedi bana. Az evvel aynı kabini paylaştığım adamı ardımda
bırakarak babamın arkadaşının eliyle gösterdiği tarafa doğru yönelirken “babam nerede” diye sordum. Basit, safça
bir soruydu. Sıradandı; anlamı yoktu. Eliyle az ileriyi gösterdi. Her taraf
hala karanlıktı ama babamı seçebildim. Üzerinde beyaz atleti vardı; hem de hiç
tarzı değilken. Eski, güçlü hallerindeki gibi göbeği vardı; ilk göbeğine
baktığım için kolayca farkettim. Hiçbirşey söylemeden sarıldı bana. Ciğerlerimde
sanki yıllardır tuttuğum havayı dışarı bıraktım. Sanki dünyanın en güvenli
yerindeydim o an. Sonra beraber eve doğru yürümeye başladık. Yokuş yukarı
tırmandığımız sırada uyandım.
Yatağımda doğrulup
da bunun bir rüya olduğunu anladığımda hem içim buruldu hem de tarif edilemez
bir mutluluk hissettim. Saat sabaha karşı ikiydi sanıyorum. Son zamanlarda bir
şekilde hep aynı saatlerde uyanmayı adet edinmiştim geceleri. Bu da onlardan
biriydi. İçim buruktu çünkü bu sadece bir rüyaydı; gerçek olamayacak kadar
güzel bir rüya. Mutluydum; çünkü haftalardır içimden geçen olmuştu. Babam gelip
sarılmıştı bana. Rüyaların bu kadar gerçek olabileceğini başka biri söylese
inanmazdım. Ama şimdi o anı, o kucaklaşmayı, o sıcaklığı, uyanmış olmama rağmen
hala hissedebiliyor olmam rüyaların gerçeğe bu kadar yakın oluşuna beni
inandırıvermişti. Haftalardır her gece yastığıma başımı koymadan evvel ettiğim
belli başlı dualar arasından bir tanesiydi bu da. Dualarımın vazgeçilmeziydi. “Kız
çocukları için babaları vazgeçilmezdir” diye bir giriş yapmıştım aylardır
üzerine tek bir kelime bile eklemediğim projeme. Evet aynen öyleydi; sadece
babaları değil onlarla alakalı olabilecek herşey vazgeçilmezdi kız çocukları
için. O an itibariyle geri uyumak istemedim. Gözlerim böyle fal taşı gibi açık,
o anın, o dokunuşun, o hayal içerisindeki gerçekliğin tadını çıkartmak istedim.
Bir süre sonra istemsiz bir şekilde yer çekimi ve yorgunluğa yenik düşünce göz
kapaklarım, uyumuşum.
İkinci uykumda ne gördüğümü sorarsanız
hatırlamıyorum ama emin olduğum birşey var ki aynı annemin yıllar yıllar önce o
küçücük asansör kabininin öteki tarafından söylediği gibi “birşey olmuyordu bırakıversek olduğumuz yere” ta ki yanımızda bize
o cesareti veren bir omuz, bir kol olsun. Dünya üzerinde temizlenmeyecek hiçbir
zemin, hiçbir pantalon, hiçbir t-shirt veya üstesinden gelinemeyecek hiçbir
sıkıntı yoktu. Yeter ki bize bazı yüklerimizi olduğumuz yere bırakıvermemizi
söyleyen biri olsun yanımızda. Yani hala yaşıyorken sevdikleriniz, hala vakit
varken ve hala yüklerinizi olduğunuz yere bırakmanız sadece bir saniyenizi
alıyorken “birşey olmaz bırakıverin oraya”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder