10 Ağustos 2010 Salı

BİR BAŞKA AŞK


Hayatımıza uğur getiren Ömer’e....
Her zamanki gibi yaz bitip de gerisin geriye bu şehre dönme vakti geldiğinde sırtımda okul çantam, o sene benim için belirlenmiş olan odama doğru, yavaş yavaş yürümeye başlamıştım. Hayat geçen senekinden daha kolaydı; daha anlaşılabilir ve daha katlanılabilir. Odamı bu sefer hangi acayip insanla paylaşacağımı düşünürken, geçen sene tanıştığım birbirinden acayip insan kalabalığı gözlerimde canlandı. Kendime geldiğimde gülümsediğimi farkettim.
İçime kocaman bir nefes çekerek, huyuna suyuna yeni yeni alışmaya başladığım bu şehre, “Ben tamamen hazırım” dercesine odanın kapısını açtım. Sırtı bana dönğk, eşyalarını dolaba yerleştirmeye çalışan, upuzun saçları beline kadar dökülen bir kızla karşılaştı gözlerim. “Ne kadar uzun saçları var” diye düşündüm; ne kadar uzun ve ne kadar düz.
Böylece başlayan bir arkadaşlıktı bizimkisi. Kimse bize bunun bir ömür süreceğini vaat etmedi. Ya da kimse bize bundan uzun, çok uzun seneler sonra yine birbirimizin yüzlerine bakacağımızı ve her seferinde birbirinden farklı anıların kulaklarını çınlatacağımızı söylemedi.
*****
Uyanıktım, biliyordum ama gözlerimi açmak içimden gelmiyordu. Sanki ne kadar geç açarsam gözlerimi, o kadar geç başlayacaktı zaman görevine. Ben uyurken uyuyan zamanı, gözlerimi açarak rahatsız etmek istemiyordum.
Minik bir kuş görüyordum rüyamda; bembeyaz, küçücük, sıcacık, yeni doğmuş. Benim olsun diye çabaladığımı hatırlıyorum. Sonra birden sabah oldu. Bir anda, bir iki saniye içinde doğdu sanki güneş. Nasıl oldu anlayamadan uyandım. Bu acı sondan daha fazla kaçamayacağımı düşünerek açtım gözlerimi. Aniden içeriye dolan ışık gözlerimi acıttı. Vücudumu bir santim bile oynatmadan başucumda duran saate uzandım büyük bir umutla. Uyanıktım, biliyordum ama uyanmak istemiyordum.
Yatakta kendimle verdiğim mücadele sonunda, o muhteşem rüyanın etkisiyle biraz mayhoş, kalktım, giyindim ve şehrin kalabalığına karıştım. Herşey o gün bambaşka göründü; pembeler daha pembe, maviler daha mavi, beyazlar daha temiz, siyahlar daha kirli.
İçimdeki nedensiz kıpırtıya bir anlam veremiyordum. Sanki içimde patlamasına engel olamayacağım bir gürültü vardı; bir heyecan, bir sabırsızlık. Ben ne kadar aceleciysem, etrafım da bir o kadar sakin insanla doluydu. Arabalarında, berbat bir güne uyanmış yüzlerin arkalı önlü uykusuzlukları da eşlik edince tıkanan trafiğe, sesini sonuna kadar açtığım radyo da eşlik edemez olmuştu içimdeki patlamaya. Etrafımda bezgin bir şekilde vites değiştiren, arabayı iki santim öteye taşıyabilmek için ömrünün en kritik kararını alır gibi dakikalarca düşünen bu sessiz insan kalabalığı, içimde patlamaya ramak kalan bu adını koyamadığım ateşi söndürmeye yetmişti.
Sıcaktan elini kolunu pencerelerden sarkıtan şöförlerin, sabah tazeliğini yerle bir eden terle karışık et kokuları burnumda acı bir tat bırakırken, pencereyi kapatıp yol boyunca bunalmayı tercih ettim. Hergün dinlediğim radyo kanalındaki, ingilizce aksanıyla türkçe konuşan sempatik sunucu bugün nedense kulaklarımı tırmalarcasına bana eziyet ediyordu. Bir an için zevklerimden şüpheye düştüm. Şüphe dediğiniz; dibi olmayan bir çukurdu. Düşerken tüm değer yargılarımı çarpmıştım çukurun duvarlarına. Bir anlık, çok büyük bir düşüştü. Şimdi şimdi farkediyorum, o günden sonra hiç dinlememişim o kanalı.
Sonra kendimi birden bir başka karmaşanın içerisinde buluverdim; hergün yeniden başlayan bir döngünün tam ortasında. Telefonlar, e-postalar ve bu şehrin bir yerlerinde, aynı benim gibi, yine aynı döngünün bir başka köşesinde sıkışıp kalmış sorunlu müşterilerin en az kendileri kadar sorunlu istekleri derken, kendimi bir çay molası kadar kısa bir süre için, müjdeli bir haber bekler gibi hissettim.
Avuçlarımda tuttuğum çay bardağının sıcağı ile beraber, bir kulağım karşımda rüyamı yorumlamaya çalışan arkadaşımda, diğeri ise kalbimin gümbürtüsünde, dalıp çok uzaklara gittim. Her kadının içerisinde az da olsa var olan medyumluk dürtüsüyle konuşmaya başlayınca arkadaşım, aklıma sadece bir kişi geldi. Yıllar yıllar öncesinde, beline kadar uzanan o upuzun saçlarıyla gözlerimin önünde canlanıverdi hayali. Hani her kahve falında mutlaka gün doğar ya haneye; işte aynen öyle her rüya yorumunda da nedense mutlaka sevinçli bir haber alırsın yakınlarından. Arkadaşım da aynen öyle dedi umarsız, kafasını işinden kaldırmadan. “Çok mutlu bir haber alacaksın bugün. Rüyan ona işaret ediyor” dedi. O konuşmaya devam ederken,elimin telefonda tanıdık bir numarayı çevirdiğini farkettim. Çaldı, çaldı, çaldı.
Telefonu açan ses o kadar tanıdık, o kadar huzur vericiydi ki içimde patlamayı bekleyen o ateş duruluverdi birden. Neredeyse bir haftadır görüşmemiş olmanın verdiği merak ve heyecanla hamileliğinin nasıl gittiğini sordum gülerek. Az kalmış olmalıydı, hatta bu aralar beklenen güne yaklaşmış olmalıydık. Telefondaki ses sevinçle haykırdı, “Hastanedeyim! Doğuruyorum!”.
O an ne hayatın zorlukları, ne sorunlar, ne bugüne kadar yaşanmış en güzel anlar, yapılmış en güzel süprizler; o an hiçbirşeyin ama hiçbirşeyin bu haber kadar önemi yoktu. Gözlerimden akıp giden yaşları parmak uçlarımda toplamaya çalışırken, “Geliyorum,” dedim “doğuma girmeden seni mutlaka göreceğim”.
Ömrümün en uzun yolunu, hayatımda gitmediğim kadar hızlı bir şekilde katederken, yıllar öncesinde bir merhaba ile kurduğumuz hayatlarımız gözümün önünden geçiyordu. İlk sırayı, eşimle tanışmamız aldı. Şimdi bakıyorum da, ne kadar da küçüktük. O uzun saçlı kızın bizi tanıştırmak için gösterdiği çabayı ve ennihayetinde ilk buluşmamızı hatırladım. O minicik yüzündeki başardım ifadesi, bir anlığına dudağımın kenarına bir gülücük kondurdu. Sonra çocuk gibi bıkıp usanmadan biriktirdiğimiz çıkartmaları, evde kutlanan doğumgünlerini, kışın ortasında tir tir titreyerek gidilen piknikleri, yurttan kaçışlarımızı ve deli gibi eğlenişlerimizi, kavgalarımızı, küsüşlerimizi, “ayrılıklar acı verir” derler ama ayrılığın da en acı vericisini yaşarken bile birbirimize tutunuşlarımızı, sonrasında gelen evlilik haberlerini, bebek haberlerini ve bu sürede bıkıp usanmadan sabahlara kadar oynanan kağıt oyunlarını düşündüm. Aramıza katılacak bu meleğe ileride anlatılacak hikayeleri yaşadım yeni baştan. Sararmış çarşaflarla kaplı koltukları gün yüzüne çıkarır gibi, içimizde bir yerlerde unuttuğumuz anılar aklımda beliriverdi.
Ve ailemize biri daha katıldı o gün. Yusyuvarlak suratı, minicik elleri ve daha dünyaya açamadığı gözleri ile aramıza bir melek katıldı. Hayatın düzenine saygı duydum bir kez daha; çocuktuk, büyüdük, bizim de çocuklarımız oldu. Bizi birbirimizden ayıran camın ardından yüzünü seyrederken hissettiklerimi kelimelere dökemem.
Birgün bana deselerdi ki birini seveceksin ama öyle seveceksin ki herşey o kokmaya başlayacak, herşey ama herşey onunla anlamlanacak, sokakta yürürken bile onu düşüneceksin, onu koklayacaksın; inanmazdım. Ama şimdi karşımda öylece uyuyan bu meleğe baktıkça içimden bir parçayı sanki ona vermiş gibiyim. Ve sanki şimdi bu şehir daha anlamlı; bu her sabah yaşanan telaş, bu kalabalık, bu çaba, bu herşeyi mükemmel yapma endişesi, gökyüzünün bu rengi, yeryüzünün kokusu, yağmurlar, birbiri ardına dönen günler, mevsimler, aşk, nefret, acı, hüzün yani insana dair, yani insanla güzelleşen herşey şimdi daha anlamlı. İçimizde eksik olan o parçayı şimdi bulduk gibi. O kadar güzel bir tabloymuş ki yıllar boyunca birleştirdiğimiz, bu eksik parça yerine oturunca ahengine kapılabildik. Birbirimizi sevmenin nasıl birşey olduğunu bile, bu eksik parça ile anlayabildik.
Şimdilerde ise hepimiz körkütük sarhoşuz. Ayık gezdiğimiz bir an bile yok. Aşkların en güzeli ile buluştuk buluşalı, bundan daha güzel başka bir aşk yok.