10 Ağustos 2010 Salı

BİR BAŞKA AŞK


Hayatımıza uğur getiren Ömer’e....
Her zamanki gibi yaz bitip de gerisin geriye bu şehre dönme vakti geldiğinde sırtımda okul çantam, o sene benim için belirlenmiş olan odama doğru, yavaş yavaş yürümeye başlamıştım. Hayat geçen senekinden daha kolaydı; daha anlaşılabilir ve daha katlanılabilir. Odamı bu sefer hangi acayip insanla paylaşacağımı düşünürken, geçen sene tanıştığım birbirinden acayip insan kalabalığı gözlerimde canlandı. Kendime geldiğimde gülümsediğimi farkettim.
İçime kocaman bir nefes çekerek, huyuna suyuna yeni yeni alışmaya başladığım bu şehre, “Ben tamamen hazırım” dercesine odanın kapısını açtım. Sırtı bana dönğk, eşyalarını dolaba yerleştirmeye çalışan, upuzun saçları beline kadar dökülen bir kızla karşılaştı gözlerim. “Ne kadar uzun saçları var” diye düşündüm; ne kadar uzun ve ne kadar düz.
Böylece başlayan bir arkadaşlıktı bizimkisi. Kimse bize bunun bir ömür süreceğini vaat etmedi. Ya da kimse bize bundan uzun, çok uzun seneler sonra yine birbirimizin yüzlerine bakacağımızı ve her seferinde birbirinden farklı anıların kulaklarını çınlatacağımızı söylemedi.
*****
Uyanıktım, biliyordum ama gözlerimi açmak içimden gelmiyordu. Sanki ne kadar geç açarsam gözlerimi, o kadar geç başlayacaktı zaman görevine. Ben uyurken uyuyan zamanı, gözlerimi açarak rahatsız etmek istemiyordum.
Minik bir kuş görüyordum rüyamda; bembeyaz, küçücük, sıcacık, yeni doğmuş. Benim olsun diye çabaladığımı hatırlıyorum. Sonra birden sabah oldu. Bir anda, bir iki saniye içinde doğdu sanki güneş. Nasıl oldu anlayamadan uyandım. Bu acı sondan daha fazla kaçamayacağımı düşünerek açtım gözlerimi. Aniden içeriye dolan ışık gözlerimi acıttı. Vücudumu bir santim bile oynatmadan başucumda duran saate uzandım büyük bir umutla. Uyanıktım, biliyordum ama uyanmak istemiyordum.
Yatakta kendimle verdiğim mücadele sonunda, o muhteşem rüyanın etkisiyle biraz mayhoş, kalktım, giyindim ve şehrin kalabalığına karıştım. Herşey o gün bambaşka göründü; pembeler daha pembe, maviler daha mavi, beyazlar daha temiz, siyahlar daha kirli.
İçimdeki nedensiz kıpırtıya bir anlam veremiyordum. Sanki içimde patlamasına engel olamayacağım bir gürültü vardı; bir heyecan, bir sabırsızlık. Ben ne kadar aceleciysem, etrafım da bir o kadar sakin insanla doluydu. Arabalarında, berbat bir güne uyanmış yüzlerin arkalı önlü uykusuzlukları da eşlik edince tıkanan trafiğe, sesini sonuna kadar açtığım radyo da eşlik edemez olmuştu içimdeki patlamaya. Etrafımda bezgin bir şekilde vites değiştiren, arabayı iki santim öteye taşıyabilmek için ömrünün en kritik kararını alır gibi dakikalarca düşünen bu sessiz insan kalabalığı, içimde patlamaya ramak kalan bu adını koyamadığım ateşi söndürmeye yetmişti.
Sıcaktan elini kolunu pencerelerden sarkıtan şöförlerin, sabah tazeliğini yerle bir eden terle karışık et kokuları burnumda acı bir tat bırakırken, pencereyi kapatıp yol boyunca bunalmayı tercih ettim. Hergün dinlediğim radyo kanalındaki, ingilizce aksanıyla türkçe konuşan sempatik sunucu bugün nedense kulaklarımı tırmalarcasına bana eziyet ediyordu. Bir an için zevklerimden şüpheye düştüm. Şüphe dediğiniz; dibi olmayan bir çukurdu. Düşerken tüm değer yargılarımı çarpmıştım çukurun duvarlarına. Bir anlık, çok büyük bir düşüştü. Şimdi şimdi farkediyorum, o günden sonra hiç dinlememişim o kanalı.
Sonra kendimi birden bir başka karmaşanın içerisinde buluverdim; hergün yeniden başlayan bir döngünün tam ortasında. Telefonlar, e-postalar ve bu şehrin bir yerlerinde, aynı benim gibi, yine aynı döngünün bir başka köşesinde sıkışıp kalmış sorunlu müşterilerin en az kendileri kadar sorunlu istekleri derken, kendimi bir çay molası kadar kısa bir süre için, müjdeli bir haber bekler gibi hissettim.
Avuçlarımda tuttuğum çay bardağının sıcağı ile beraber, bir kulağım karşımda rüyamı yorumlamaya çalışan arkadaşımda, diğeri ise kalbimin gümbürtüsünde, dalıp çok uzaklara gittim. Her kadının içerisinde az da olsa var olan medyumluk dürtüsüyle konuşmaya başlayınca arkadaşım, aklıma sadece bir kişi geldi. Yıllar yıllar öncesinde, beline kadar uzanan o upuzun saçlarıyla gözlerimin önünde canlanıverdi hayali. Hani her kahve falında mutlaka gün doğar ya haneye; işte aynen öyle her rüya yorumunda da nedense mutlaka sevinçli bir haber alırsın yakınlarından. Arkadaşım da aynen öyle dedi umarsız, kafasını işinden kaldırmadan. “Çok mutlu bir haber alacaksın bugün. Rüyan ona işaret ediyor” dedi. O konuşmaya devam ederken,elimin telefonda tanıdık bir numarayı çevirdiğini farkettim. Çaldı, çaldı, çaldı.
Telefonu açan ses o kadar tanıdık, o kadar huzur vericiydi ki içimde patlamayı bekleyen o ateş duruluverdi birden. Neredeyse bir haftadır görüşmemiş olmanın verdiği merak ve heyecanla hamileliğinin nasıl gittiğini sordum gülerek. Az kalmış olmalıydı, hatta bu aralar beklenen güne yaklaşmış olmalıydık. Telefondaki ses sevinçle haykırdı, “Hastanedeyim! Doğuruyorum!”.
O an ne hayatın zorlukları, ne sorunlar, ne bugüne kadar yaşanmış en güzel anlar, yapılmış en güzel süprizler; o an hiçbirşeyin ama hiçbirşeyin bu haber kadar önemi yoktu. Gözlerimden akıp giden yaşları parmak uçlarımda toplamaya çalışırken, “Geliyorum,” dedim “doğuma girmeden seni mutlaka göreceğim”.
Ömrümün en uzun yolunu, hayatımda gitmediğim kadar hızlı bir şekilde katederken, yıllar öncesinde bir merhaba ile kurduğumuz hayatlarımız gözümün önünden geçiyordu. İlk sırayı, eşimle tanışmamız aldı. Şimdi bakıyorum da, ne kadar da küçüktük. O uzun saçlı kızın bizi tanıştırmak için gösterdiği çabayı ve ennihayetinde ilk buluşmamızı hatırladım. O minicik yüzündeki başardım ifadesi, bir anlığına dudağımın kenarına bir gülücük kondurdu. Sonra çocuk gibi bıkıp usanmadan biriktirdiğimiz çıkartmaları, evde kutlanan doğumgünlerini, kışın ortasında tir tir titreyerek gidilen piknikleri, yurttan kaçışlarımızı ve deli gibi eğlenişlerimizi, kavgalarımızı, küsüşlerimizi, “ayrılıklar acı verir” derler ama ayrılığın da en acı vericisini yaşarken bile birbirimize tutunuşlarımızı, sonrasında gelen evlilik haberlerini, bebek haberlerini ve bu sürede bıkıp usanmadan sabahlara kadar oynanan kağıt oyunlarını düşündüm. Aramıza katılacak bu meleğe ileride anlatılacak hikayeleri yaşadım yeni baştan. Sararmış çarşaflarla kaplı koltukları gün yüzüne çıkarır gibi, içimizde bir yerlerde unuttuğumuz anılar aklımda beliriverdi.
Ve ailemize biri daha katıldı o gün. Yusyuvarlak suratı, minicik elleri ve daha dünyaya açamadığı gözleri ile aramıza bir melek katıldı. Hayatın düzenine saygı duydum bir kez daha; çocuktuk, büyüdük, bizim de çocuklarımız oldu. Bizi birbirimizden ayıran camın ardından yüzünü seyrederken hissettiklerimi kelimelere dökemem.
Birgün bana deselerdi ki birini seveceksin ama öyle seveceksin ki herşey o kokmaya başlayacak, herşey ama herşey onunla anlamlanacak, sokakta yürürken bile onu düşüneceksin, onu koklayacaksın; inanmazdım. Ama şimdi karşımda öylece uyuyan bu meleğe baktıkça içimden bir parçayı sanki ona vermiş gibiyim. Ve sanki şimdi bu şehir daha anlamlı; bu her sabah yaşanan telaş, bu kalabalık, bu çaba, bu herşeyi mükemmel yapma endişesi, gökyüzünün bu rengi, yeryüzünün kokusu, yağmurlar, birbiri ardına dönen günler, mevsimler, aşk, nefret, acı, hüzün yani insana dair, yani insanla güzelleşen herşey şimdi daha anlamlı. İçimizde eksik olan o parçayı şimdi bulduk gibi. O kadar güzel bir tabloymuş ki yıllar boyunca birleştirdiğimiz, bu eksik parça yerine oturunca ahengine kapılabildik. Birbirimizi sevmenin nasıl birşey olduğunu bile, bu eksik parça ile anlayabildik.
Şimdilerde ise hepimiz körkütük sarhoşuz. Ayık gezdiğimiz bir an bile yok. Aşkların en güzeli ile buluştuk buluşalı, bundan daha güzel başka bir aşk yok.

30 Mayıs 2010 Pazar

BALIK-EKMEK ARASI GERÇEKLER

Hiç yapmadığımız birşeyi yaptık. Arabamıza atlayıp çoğu zaman başka bir yere erişmek için önünden geçtiğimiz, durup arabadan inmeyi aklımıza bile getirmediğimiz, sanki hiçbirşeyin içeri girmesine izin vermeyecekmiş gibi sağlam duran pencerelerin ardına saklanıp dışarıdakileri izlediğimiz sahil yoluna indik. Tek hedefimiz vardı; balık-ekmek yemek.

O kadar sıcaktı ki hava iki pencereyi birden açıp arabanın içine dolan havanın esintisinde serinliyorduk. Sıcak bazı mahallelerde ne olduğunu anlayamadığımız birşeylerin kokuşmasına neden oluyordu. Turistlerin, camilerin, güneşin altında parlayan minarelerin, arabaların ve bir yığın insanın arasından geçerek sahilde gözümüze kestirdiğimiz bir yere park ettik arabamızı.

Deniz tarafına doğru geçince, o kadar yabancılaştık ki bu şehre, zaman zaman karşıdan bize doğru gelen meraklı turistlerden biriydik artık o insanların gözünde. Binbir türlü insanın arasından geçtik; mangal yelleyen, domates doğrayan, çocuğuna bağıran, telefonla konuşan, yandaki kıza kur yapan ya da ne bileyim ucuz bir olta ile balık tutmayan çalışan binbir türlü insan...

Sahil boyunca gidebildiğimiz yere kadar yürüdük. Bir tek tekne vardı balık-ekmek yapan onun önünden iki defa geçtik. İtiraf etmeliyim karar veremedik orada oturup yemeye çünkü lüks semtlerde huzur bulmaya alışmıştı yüreklerimiz, bu gariban sahil şeridinde kendimizi her an saldırıya uğrayacak gibi hissediyorduk. Oysaki umurlarında değildik belki de onların. Belki de onların tek ilgilendiği konu kocalarının ya da babalarının ya da ağabeylerinin onları böylesi güzel bir yere getirmiş olmasıydı. Ama gel gör ki içimde beni kemiren eğritilikle savaşıp iki kere gel git yapmıştık balıkçının önünden.

En sonunda burnumuza dolan o dayanılmaz kokuya yenik düşüp burada; buranın tek balık-ekmekçisinde yemeğe karar vermiştik balığımızı. Balık-ekmekleri hazırlayan genç yan taraftaki eski sandalı göstermişti aile yerimiz var diyerek. Yüzümüzde tuhaf bir gülümsemeyle eski sandalın ikinci katına çıktık. Kuru masalar ve sandalyeler eşliğinde balık-ekmeklerimizi yerken bir yandan da Haliç’i seyrettik; Haliç’i ve berbat edilmiş sularını, o sudan balık çekmeye çalışan adamları, o suya inatla girmeye çalışan minikleri...

Sonra gerisin geriye yürümeye başladık arabamıza doğru. Yavaş yavaş sahilde olmanın tadını çıkararak yürüdük. Ne kadar da mutlular diye düşündük yüksek sesle. Burada olmak onlar için ne kadar büyük bir mutluluk. Bizi tatmin eder miydi diye düşündük; etmezdi sonucuna vardık içten içe. Sanki yanlış bir cevaba ulaşmış gibi de korumaya çalıştık kendimizi. Burada bu incecik ve kısacık sahilde bir gerçek vardı ki o da bu insanlar bizden değil belki ama çoğu insandan çok daha mutluydu burada. “Biz üçün beşin peşinden koşuyoruz, azla mutlu olmuyoruz” dedi sevgilim. “Herkes erişebileceğini hayal eder, emin ol bizim gibi olmak hayalleri arasında yoktur” dedim. Herkes erişebileceği şeyi istiyordu bu hayatta. Onları da böyle mutlu yapan işte tam anlamıyla buydu. Erişemeyecekleri şeylerin hayaliyle bir buhrana kapılmaktansa erişebildikleriyle mutlu oluyorlardı. Kendilerine göre hedefleri, sınırları, ufuk çizgileri vardı. Ötesini ne hayal ediyor ne de orada olmak istiyorlardı. Onlar orada, o sahilde, çimlerin üzerine yığılmış kimbilir hangi aile konusunu konuşur ya da nelerden bahsederken sessizce konuşmadan önlerinden geçtik.

Bu şehrin birçok yerinde balık-ekmek yemişliğimiz vardı. Hatta bu şehrin en lüks sokaklarında gezmişliğimiz, en pahalı dükkanlarından alışveriş etmişliğimiz ve hatta son paramızı en pahalı lokantalarda harcamışlığımız vardı. Hepsinin de tadı muhteşemdi; hepsinin ayrı bir kokusu ayrı bir dokusu vardı. Kimisinde kendimizi İtalya’da bir pizza yerken kimisinde Paris’te bir kadeh şarap içerken bulmuştuk. Ama hiçbirinde evet hiçbirinde bu kadar hissetmemiştik bu ülkede olduğumuzu. Gerçek geçirmeyen pencerelerimizin ardından izlediğimiz bu mutlu hayatlara hiç bu kadar yakından dokunmamıştık. Onların kokladığı gibi koklamamıştık bu şehri hiç çünkü bizim gittiğimiz yerler hep parfüm kokardı. O çocuklardan biri olsaydım kesin ben de ayaklarımı sokardım o kirli suya diye düşündüm. Çünkü biz bu şehrin kirliliğine birkez bile dokunmamıştık. Yani işin özü biz bu şehirde yaşamamıştık. Yaşadığımızı sandığımız sokaklar, hayatlar hep başka şehirlerin, hep bize ait olmayan şehirlerin yansımasıydı. Biz gölgedeki görüntümüzü yaşamıştık hep; ve inatla. Şimdi durup da o duvara yansıyan gölgenin gerçekliğine dokunmak gibisi yoktu. Bu yediğimiz balık-ekmek ise hayatımızda tattığımız en muhteşem ekmek arası gerçekti.

14 Mayıs 2010 Cuma

KORSELİ KADIN

15 Mayıs 2010....Öyle duru, öyle sıcak, öyle apaçık bir güne uyandım ki anlatamam. Yataktan benimle beraber kalkıp mutfağa kadar eşlik eden huzur, giyinirken de yakamı bırakmayınca ben de onu kolye yapıp boynuma asmaya karar verdim. Arabaya atlayıp yola koyuldum işe gelmek için, her zaman dinlediğim radyo kanalını dinlemeyeyim dedim. Milyonlarcası içinden hiç uğramadığım bir frekansın gönlünü almak fikri hoşuma gitti. Zorlu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yerime geçip bilgisayarımın karşısına oturdum. Bugün özel bir gündü biliyordum ama hayatımı böylesine değiştireceği, gözlerimin önünde gördüğüm dünyayı yerinden oynatacağı aklımın ucundan geçmedi.
O kaynayan güneşin, nefes aldırmayan sıcağın altında, aldığımız onca meyveyi ve meyve suyunu arabanın bagajına sığdırmayı başardık. Dudaklarımın kenarına gelip oturan gülümsemeye engel olamıyordum bir türlü sanki şu kısa yaşamım boyunca işte tam da bu anda çok mutluydum. Hafif hafif ağırlaşmaya başlayan sıcağın altında, milyonlarca araba arasında, radyodan gelen çocukluğumuza dair melodiler üzerine konuşup, gülüp eskilere döndük kısa bir süreliğine. Belki de dedim ya, bu da hayatımda yaşadığım en huzurlu yolculuktu.
Kısa bir yolculuktan sonra, şehrin tam da göbeğinde ama şehirden bir o kadar da arındırılmış kocaman bir bahçenin ortasında duruyorduk şimdi. Burası sanki bu şehrin posası gibiydi. Evet evet; bu tabir belki ağır gelecek hepinize ama zaten ağır gelsin diye söyledim. Ağır gelsin de bu ağırlığı dışarıdaki milyonlarca hafif insanla paylaşın diye söyledim. Manzaradaki tezatı gözlerinizle görseniz inanamazdınız. Eğer bir açıkhava müzesi olsaydı turistlerin akın akın gelip profesyonel kameralarıyla kuşları, ağaçları, binaları fotoğraflayacakları bir yer olurdu herhalde burası. Ama değildi. Değildi çünkü öyle bir tezat vardı ki burada gözlerimin önünden kayan manzara, aynı muhteşem fiziğini çok pahalı bir korseye borçlu olan bir kadının fotoğraf karelerine yansıyan manzarası gibiydi. Aniden başını okşayayım diye uzandığım o miniğin, bu bahçede, kendini sorgusuz kucaklarıma atışı gibiydi içimdeki insana duyduğum hasret.
Dışarıdan fotoğraflanması gereken o binaların içerisinde gezinirken elim çantama uzanıp da fotoğraf makinamın deklanşörüne basamadım. Çantamda bir makina olduğunu bile bana unutturan içimdeki sağ duyu, içimdeki insan, içimdeki ruh, yani yaşadığınızı size hatırlatan içinizdeki o şefkat, yemek yemek için çatal kaşık tutamayan o ellerin elleri, göremeyen o gözlerin gözleri ol dedi. Ben ki tanımadığım bir kişinin bana dokunmasından nefret ederken şimdi kendimi hiç tanımadığım yaşlı bir teyzenin yanında ona çorba içirip üstüne dökülenleri temizlerken buldum. O kadar yakındım ki ona, yorgunluktan, hastalıktan, yaşamaktan; yani tam anlamıyla hayattan yorulmuş dudaklarıyla sessiz sessiz ettiği duaları duydum. Ağır geldi taşıyamadım. Kapının önüne bahçeye çıktım nefes alayım diye ama soluduğum hava bana yabancılaştı. O an yanımdakilere baktım ve gördüm ki benimle beraber bu ağırlığı taşımaya gönüllü dört dev duruyor yanımda. Onlardan güç alarak geri içeri girdim.
İşte o an ne para ne pul...İşte o an ne mevki ne şöhret ne şan...İşte o an ne araba, ne ev, ne telefon...İşte o an bu hayattan aldıklarımla değil bu hayata verdiğim bu küçücük mesajla gurur duydum. İsterdim ki dönüp arkamı baktığımda onlara el olmaya hazır milyonlarca el, göz olmaya hazır milyonlarca göz olsaydı. Kim bilir belki olur...Ne zaman mı?
Eve gidip içinizde bir yerlerde gündelik telaşınız ve hırslarınızla koşarken ardınızda unuttuğunuz o insanı bulup çıkarınca...Önünüzde hayatı size bağlar gibi uzanan o otoyolun kenarında sizi bekleyen, çok değil birkaç cümle evvel bahsettiğim, o korseli kadını ziyaret edince...O kim mi?
O; herbirimiz...O; annemiz...O; babamız...O; DARÜLACEZE...

17 Mart 2010 Çarşamba

Bildiklerinizi Sarsan Bir Rus



Ne kadar güçlü olabilir ki bir kadın? Ne kadar daha çekici, ne kadar daha büyülü ve ne kadar daha kısmetli? Akıllı oluşundan mıydı Hürrem’in Osmanlı’nın tacına tahtına ortak oluşu yoksa kadınlığından mıydı? Kadınlığından desek hakaret mi olurdu o kurnaz fikirlerine yoksa zaten kadınlığın yol üzerine yansıması mıydı kurnazlık? Ya da neydi de derdi bu kadının bu kadar kin, bu kadar hırs doluydu ölene kadar? Her kadının içerisinde bir yerde uyuyakalmış şeytan neden hiç uyumamıştı onun kalbinde bir ömür? Aşkına mı sarılmıştı ölesiye yoksa sarıldığı tutunduğu şeye aşık mı olmuştu istemeden? Masum muydu, madur muydu, dedikleri gibi yılan mıydı ya da gerçekten kötülük yapmak için mi hükmetmişti Osmanlı’nın tahtına?

Bu soruların cevabı ne olursa olsun bir gerçek var ki kimse yadsıyamaz. Hürrem bir anneydi; bir anneden öte başka hiçbirşey olmadı. Bir anneydi evet; ve yukarıdaki sorulara vereceğiniz cevaplar buna ancak bir sıfat olurdu. Güçlü bir anne, büyülü bir anne, kurnaz bir anne ya da ne bileyim hırslı bir anne...Ama asla ve asla kötü bir anne değil. O ne yaptıysa çocukları için yaptı; çocuklarının ölümünü seyretmemek çocuklarının kanını ellerine bulaştırmamak için. Kendini nasıl koruduysa kendi canını, kendi kanını da öyle korudu.

Ama öğrendiğim birşey var ki konumuz Hürrem ise bu kadar net konuşmak hayalcilik olur. Neden mi? Belki de o çocuklarını değil sadece kendini ve kendi soyunu seven bir anneydi. Ya da sadece Osmanlı’nın tacına tahtına bir Rus kanı katmak istiyordu; bir ömürlük amacı buydu. Kimbilir belki de Osmanlı’dan öcalmak içindi herşey, belki de gerçekten aşık bile olmamıştı.

Dedim ya konu Hürrem olunca hep yargılarınızın bir köşesinde bir soru işareti beliriyor küçücük; bir an gözlerinizin önünde masum ve madur bir kız çocuğu iken bir anda değişiveriyor şekli şemali, bir kartala dönüşüyor adeta; kendi yargılarınızdan şüphe ediyorsunuz.

Bu sayfalar arasında onunla değil de bir yerden sonra kendinizle dövüşüyorsunuz. Onun hakkında bugüne kadar yazılan çizilen ender gerçek kokan sayfalardan bunlar. Bildiklerinizi tümden sarsan, yıkıntılar üzerine binbir türlü gelgitler ekleyen müthiş bir yapıt.

Bu yüzden hemen bir kitapevine gidip, Demet Altınyeleklioğlu’nun bu sürükleyici romanını, Moskof Cariye Hürrem’i isteyin. Bitirdiğinizde ve bu kitaba her baktığınızda derin bir iç geçireceksiniz.

5 Şubat 2010 Cuma

Hayat Çizgisi

İnsanlar ilk doğduklarında avuçlarına daha kazınmamış olurmuş hayat çizgileri. Fakat gelin görün ki doğumun 40. gününde beliriverirmiş o minicik avuçlarında hayatlarının yol haritası. Neden 40 gün diye soracak olursanız; 40 gün boyunca melekler eşlik edermiş o minicik bedenlere ki bu dünyaya onları alıştırsınlar. 41. gününde bu mecarada kendi başına kalırmış yeni doğmuş ruhlar. Ölüm de doğumun tam zıttı ya, ölümden sonra da 40'ını beklememizin nedeni buymuş sevdiklerimizin. Onda da öte tarafa hazırlamaya çalışırlarmış melekler o koskoca ruhları.

Kitap da benim için böyle birşey. İlk elime aldığımda 40. sayfasına kadar nerede ve nasıl bir kurgu içerisinde olduğumu bilemediğim, sonra hızına yetişemediğim bir süratle akıp giden, bitiveren ve o muhteşem sondan sonra 40 gün boyunca dilimden düşüremediğim, her biri ayrı bir hayat çizgisi...

Peki ben kim miyim? Bazen mahsun bazen sevecen bazen iyi bazen kötü bazen kolu kanadı kırık bazen en yüksek dağların tepelerinde ama nasıl olursa olsun hep o büyülü sayfalar arasında sefere çıkmış bir gezgin...

İşte bu blog da tam da bunun için hazırlandı. O sayfalarda, o çizgilerde, hayatın hiçbir dönemecinde yalnız olmayan bir gezgine eşlik edesiniz diye...

İyi yolculuklar,