2 Aralık 2012 Pazar

TÖBE ESTAĞFURULLAH NE OLMUŞ SENİN YÜZÜNE :)



Dün gece uzun çok uzun bir aradan sonra ilk defa koştura koştura sinemaya gittik. İnanır mısınız mutluluktan çenem düştü sanıyorum; Yalan Dünya dizisindeki Rıza gibi habire konuştum :) Salona girer girmez gözüme çarpan koridorda öylece durup duran puf oldu. Dedim herhalde izdiham var filmde ki koridora bile puf atmışlar :) Sırf bu konuda neredeyse bütün reklamlar boyunca konuştuktan ve kendi kendime güldükten sonra perdeeeeeee film başladı...

Başlar başlamaz da ikinci konum "skyfall" un kelime anlamıydı. Sevgilim dahiyane bir sallama örneği sergileyip "skyfall" un şelale demek olduğunu söylediğinde uzun bir süre cidden bunun şelale demek olduğunu düşündüm ama arka planda film müziği devam ederken ve sözlerini de düşünmeye başladığımda birşeylerin ters gittiğini düşünmeden de edemedim. Aynı huzursuzluk sevgilimde de olacak ki film karşımızda oynamaya devam ederken dayanamayıp telefondan baktık anlamına; meğersem sağanak yağış demekmiş. Şarkıyı da bir şekilde bulup telefonuma, bilgisayarıma, ipod uma indirmem lazım; on numara olmuş.

Neyse şarkıdır, "skyfall" un anlamıdır falan derken içerisinde dünyanın çeşitli ülkelerinden kareler barındıran bu tarz amerikan filmlerinde ülkelerin, özellikle de İstanbul'un, Hindistan'ın arka sokaklarındaki halk pazarları gibi çekilip gösterilmesine karşıyım. Arkadaş tabir-i caizse günlerce Eminönü'nün ve trafiğinin ağzına ettiniz. Çeke çeke bunları mı çektiniz sadece. Ben valla o karelerin İstanbul'da çekildiğinden bile şüpheye düştüm. Resmen garip bir üçüncü dünya ülkesinin baharatçılar sokağında koşturup duruyor gibilerdi. Hadi aksiyon sahnelerini çektin orada; bari ne bileyim 007 yi bir de boğaza götür de bir çay, kahve içir adama orada; dünya oraları da görsün. Bismillah daha ilk sahne olmamış; hayır madem bu kadar çekecektin ne diye günlerce işgal ettin hayatımızı, hiç yoktan karşımıza çıkan trafik çilesiyle dünyamızı kararttın deyip izlemeye devam ettim. Sonra klasik Bond filmlerindeki gibi koşturdular, motorsiklete bindiler, çatılardan uçtular, hızla giden trenlerin üzerine atladılar, tünellerden geçerken kafalarını eğdiler, bir yürek çarpıntısı bir aksiyon falan, sonunda da Bond'u güzel ötesi çalışma arkadaşına vurdurup bilmem kaç metre yükseklikten adamı suyun dibine çaktılar da adam yine ölmedi. Filmin ortalarında bir yerde anladık ki topu topu dört kemiği kırılmış; hadi maşallah ne bünye varmış sende deyip devam ettim izlemeye. Neyse film müziği girdi; isimler, casting falan filan derken film bir sevişme sahnesi ile başladı. Bizim Bond ölmemiş hatta normal yaşantısına da dönmüşmüş. Neyse sonra aniden yataktan kalkan 007 kardeşimiz sahilde yürümeye başladı. O sırada eminim sinemadaki herkes acaba burası neresi diye düşünüyordu ki aniden kameraya bir plastik sandalye girdi ve çıktı :) Dedik burası ancak Türkiye olabilir; sahil ve plastik sandalye kombinasyonu...Her yazın vazgeçilmez modası...Bikini ve pareolarda moda ne olursa olsun bu kombinasyon asla eskimez...:) Neyse Bond'umuz yürümeyi bir sahil barında noktalandırır ve Türklerle içmeye başlar ki burada garip bir durum yok. Asıl garip olan devam sahnesinde barda arka planda gösterilen televizyonda yabancı CNN in izleniyor olmasıydı ki asla bir sayfiye yerinde, hele de bir köyün sahili izlenimini uyandıran böylesi bir yerin kıtıpiyoz sahil barında rastlayamayacağınız bir görüntü...Ama tesadüfe bakın ki o gün o kanal izlenegelmiş de Bond'umuz İngiltere'deki suikast haberini duyup atlamış uçağa memleketine dönmüş :)

Bu ikinci saçma ayrıntı üzerine de dakikalarca konuştuktan sonra taktığım en son konu da töbe töbe estağfurullah nolmuş senin yüzüne dedirtecek şekilde o güzelim adamı çirkinleştimeleri oldu. Film için mi yaşlandırmaya çalışmışlar, yoksa adamın saç şeklini mi değiştirmişler, yoksa cidden adamda bir hastalık mı var da bu derece aurtları çökmüş ölü balık gibi bakıyor çözemedim ama o canım yakışıklı çekici surat gitmiş yerine alkolden kafayı kaldıramamış göz altı morluklarının eşlik ettiği sıskaaaa çelimsizzzz enkebit adam gelmiş. Hayallerim yerle bir oldu diyebilirim; ben böyle sevmemiştim kendilerini :) Acilen bir sonraki görevde toparlanmalı, o kusursuz bakışlarını yeniden kazanmalı diye düşünüyorum. İşte bu psikoloji ile filmin devamına hadi yaaa olmamış, valla bu adam ilk filmlerinde daha iyiydi, nolmuş onun yüzüne, çok mu zayıflamış bu ve benzeri nidalarla eşlik ettim. Bu arada klasik huyumdur ağzımda bakla ıslanmaz hemen sonunu söyleyiveririm :) Onun için bu cümleden sonrası spoiler içermektedir; dikkat :) O yaşlı kadının da artık ölmesi iyi oldu. Yıllardır müdür pozisyonunda çakıldı kaldı, kadını kovdular yine gitmedi, bu nasıl bir koltuk sevdasıdır arkadaş, gençlerin önünü açmak lazım. Ama hemen heveslenmeyin yerine sevgili Bond'umuz geçmiyor malesef.

Onu yine atlamalı, zıplamalı, ölüp ölüp dirilmeli, koşmalı, patlamalı, sevişmeli görevlere verecekler; ve muhtemelen bir iki film sonra da onun cenaze namazında buluşup tam bir türk filmi klasiğine bağlayarak yerine oğlunun veya kızının nasıl geçtiğini izleyeceğiz :)

Bu kadar yorum sonrası filmi beğenmediğimi düşünenlere notumdur; kişisel olarak saçmalığın sınırlarını zorlayan filmleri bile sırf aksiyon filmi oldukları için sevdiğime göre bunu muhakkak izlemenizi tavsiye ederim ama daha ziyade evde izlenesi bir tadı var bunu da itiraf etmeden geçemeyeceğim :)

Tüm bunları yazarken, dışarıda aniden başlayan sağnak yağmur da yazıyı kusursuz bir şekilde tamamladı diyerek konuşmayı burada noktalıyorum :)

29 Kasım 2012 Perşembe

KİTAP FUARINDA TOPLU ÖLÜMLER

Kitap fuarının girişinde böylesine bir insan seli gördüğümde kitap fuarı değil de Zara veya Mango'nun yıl sonu fabrika indirimine geldim zannettim. Sonra o uzun araba kuyruğunda otoparka ulaşmayı beklerken istatistiklere olan inancım sarsıldı. Ne de çok kitap okuru varmış dedim içimden; gözlerim yaşardı :) Arabaya büyük bir mucize eseri (meleklerimin de yardımıyla diyorum, bu ayrıntıyı hayatta atlayamam) cillop gibi bir yer bulup koşar adım, sanki tabakhaneye hammadde yetiştiriyormuşçasına giriş kapısının önüne yaklaşırken gözüme çarpan üzerinde "International Participants" ibaresinin yer aldığı kapı, içimde inatla o kapıdan içeri girme isteği uyandırdı. Hele bir de International Participants ve normal giriş kapısı arasında o yaşadığım Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminalinde olma hissini size tarif edemem; görevliye pasaportumu veresim geldi. Zaten oldum olası anlayamadım onların niye sonu aynı koridora çıkan ayrı kapılardan geçtiklerini. Her seferinde hadi neyse bir bildikleri vardır diye hep sükunetle karşıladım bu durumu ama kitap fuarının giriş kapısında da bunu görünce kendimden geçmişim; bir başladım konuşmaya, resmen homurdanıyorum :) Hayır yani o kapının önünde tıklım tıkış sıra bekleyen "international" şahsiyetler olsa içim yanmayacak; diyeceğim ki haaaa bak kitap fuarında türkçe kitaplarla dilimizi öğrenecekler. (Bu arada içeride ben hiç yabancı yayınlara denk gelmedim; kübra-i bağırsaktan sallamıyorum yani. Belirteyim dedim :) )

Bizim kapılar olmuş izdiham; o bomboş tek kapı sinirlerime dokundu valla. Neyse yanımda yamacımda sanıyorum bir yetkili vardı sesimi duydu da iki dakika sonra o kapıyı da açtılar, insanlar rahat rahat içeri girebildi. Bizse, aslında hiç tasvip etmediğim bir şekilde öteki kapının önündeki kuyruğa kaynak olup içeri çoktan süzülmüştük :) Tasvip etmiyorum ama sırat köprüsünün sonundaki sorgu kuyruğundan alnının akıyla çıkmışçasına rahat gişelerden geçip içeriye girdiğimde kendimi Alice'in Harikalar Diyarında gibi hissettim. Uzun süredir bir duvarın dibine bağlı kalmış köpek yavrusunun zincirlerinden kurtulup şuursuzca oradan oraya koşturması gibi bir anda sevgilimin elinden kopup koşmaya başladığımı hatırlıyorum. Stantlar önünde onu çekiştirip bir düzen, bir organizasyon olmadan her gördüğünü isteyen şımarık çocuklar gibi ben de kitapevlerine saldırıyor, bir o koridorda bir bu koridorda derken eni sonu saatler sonra bile sadece 2 koridor gezmiş olduğumu farkedip hayal kırıklığına uğradım. Benim tüm şuursuzluğuma ayak uyduran arkadaşım ve teyzemin de tüm çabalarını burada dile getirmeden de edemeyeceğim hani :) En nihayetinde sıkılmış, yorulmuş, ve belli ki deli gibi oradan oraya saldıran üç kadınla böylesi bir fuara gelmekten içten içe pişmanlık duymuş bir halde koridorların dört yol ağzında durup bize bakıp siz fuarda nasıl gezilir valla bilmiyorsunuz deyip bize bir yol planı çizen sevgilimi o an Spartacus'e benzettim :) Onun gibi kararlı, isyankar ve "freeedommmmmm" gördüm :)

Tabii koridorları arşınlamaya başlamadan evvel, içeriye girdiğimiz gibi resmen saldırdığımız imza kuyrukları var ki onu nasıl anlatsam bilemedim :) Annemin binbir tembih ile bizi gönderdiği, teyzemin alçılı koluyla kendini feda ederek imza için kuyruğuna girdiği Mustafa Balbay'ın imza saatinde bulduk kendimizi. Bu arada müthiş ivedilikle ben İlber Ortaylı hocamın sırasına girip imzalanacak tüm kitapları ve imza taleplerini koltuğumun altına alıp beklemeye başladım. O sırada sevgilim, hayranı olduğu Ayşe Kulin için koşarak imza sırasına girmişti bile. Onun sırasının bizden daha hızlı ilerlediğinin teyidini telefonla aldıktan sonra arkadaşımı da onun yanına paslayıp İlber hocayı beklemeye koyuldum. Ne bitmez dakikalardı anlatamam. Fuarın çalışmayan havalandırmaları, sıcak ve insanların acayip kokularıyla işte ilk defa o zaman yüzleştim. Kendimden geçer gibi oldum, o ağır hava her yanımı sardı, dünyayı resmen tersten gördüm ama yılmadım bekledim. Koridorun sonuna doğru uzanan kuyruktan bize doğru dalga dalga yayılan İlber Hoca geliyor fısıltıları ile sıra anlamsız bir şekilde ilerlemeye başlayınca, İlber hocanın kitapları yolda imzalamaya başladığını falan düşündüm. Hayır madem yer vardı, ne diye daha önce ilerlemediniz de biz arkada birbirimizin ten kokularını ezberledik ey ön sıradakiler!!! Sıra inanılmaz bir şekilde beş dakika içerisinde bana geldi. Hocamla yıllar sonra konuşuyor olmak nasıl bir histi asla ne burada ne de başka bir yerde tarif edemem. O babacan gülümsemesi ile "oooooo büyümüşsün" demesi ise cabası; sanıyorum beni tanıdı diye keyiflenebilirim :) Neyse fotodur imzadır dedikten sonra koşa koşa Ayşe Kulin'in sırasına gittim ki ne göreyim; benim sıramdan önce ilerlemeye başlayan sıra hala bir arpa boyu gitmemiş. Neden mi? Sürekli yandan sıraya kaynak olan, kitap okumak, kitap kültürü, kitabın insan hayatına katıp katabileceği ne kadar güzellik varsa hepsinden yoksun, sadece bitmek tükenmek bilmeyen, hayatlarının bir yerinde bir ünlü ile çekilmiş bir fotoğrafının olması gururu ile yaşayan ve onu nasıl Facebook'a koyacaklarını düşünen alacakaranlık kuşlarına sıradakiler de topluluk bilinciyle müdahele etmemişler de ondan. Zaten hep şaşarım bankada orada burada sıraya kaynak olanları dilleriyle parça pinçik edenler bu gibi aktivitelerde niye susarlar. Sanıyorum ingilizce tabiriyle cool olmak onların bu tarz aktivitelerde çantalarında taşıdıkları yegane maske :) Bu anlamda buradan bizim sıradaki protest, aktivist, gözlemci ve müdaheleci teyzeye de teşekkürlerimi bir kez daha sunarım :)

Neyse sıra sevgilime ve arkadaşıma geldiğinde tabii ki de o kadar beklemenin meyvesi olarak onların da bir sürü fotoları oldu :) Yandan, önden, sıra beklerken, Ayşe Kulin ile, vesair...Burada değinmeden geçemeyeceğim, Ayşe Kulin ömrümde gördüğüm en salon kadını kadın; sanki saraydan fışkıran bir duruşu, ağırlığı ve hoşluğu var. Onun yaşında olabileceğim en maksimum şey; balkondan çocuklara avazı çıktığı kadar bağıran ve tepelerinden aşağıya bir kova suyu boca eden sorunlu bir teyze olmak :) Napalım, kimimizi öyle kimimizi böyle yaratıyor yüce rabbim :)

İmza kuyruklarından kendimizi kurtarıp anlattığım gibi koridorlar arasında yeniden koşmaya başlarken bile kuyrukta yamacıma ilişen sıcak ve ter kokusu peşimi bırakmadı. Saatler geçtikçe haddinden fazla dolmaya başlayan reyon boşlukları ve koridorlar, kişi başına düşen ortalama oksijen miktarındaki hissedilir düşüş ve yetkililerin umarsızlıkları sonucu yarın ki gazete manşetlerini görebiliyordum. KİTAP FUARINDA TOPLU ÖLÜMLER :)

Sevgilimin koşa koşa bilmem kaç salon önce, bilmem kaçıncı stantta gördüğü ve inanılmaz bir şekilde yerini hatırladığı kitapevinden bir koşu gidip excel kitabını alıp gelmesi akabinde yine koşar adım fuardan kendimizi atıp temiz hava ile yüzleştiğimizde hepimiz aniden geçici oksijen vurgunu yedik :) Yine aynı acele ile koşa koşa elim kolum kitaplarla dolu, arabaya binip eve doğru yola çıktık. Resmen saatlerle savaşırcasına bir ziyaret olmuştu. Nefes nefese eve girip birkaç saat sonra gelecek misafirlerimiz için sofrayı kurmaya giriştim. Bu kadar yorgunluğa iyi gelebilecek ilk şey uyku ise ikincisi kesinlikle dost muhabbediydi. O sıcacık gülüşlerle geceyi sonlandırdığımızda yatağa kendimi bırakır bırakmaz uyudum.

Rüyamda kitap fuarında boğulduğumu görerek uyandığımda farkettim ki ağzım kapalı kalmış, eee burnumdan da hava alamadığımı hesaba katarsak, neredeyse ciddi ciddi boğularak ölüyormuşum :) Bu bahane ile deviasyon ameliyatı için birkez daha ikna olarak gerisin geri yastığa yumuldum :)

Özet olarak; Tüyap en acilinden bir dahaki fuara kadar klima ve havalandırma sistemlerini elden geçirirken ben de artık deviasyon ameliyatı olmalıyım :)

İmza : Tüyap'ta Boğulmaktan Kurtulan Genç :)

20 Kasım 2012 Salı

KOMMAGENE - YAVUZELİ

Üçüncü günün sabahı, bu sefer Nemrut'a gitmek amacıyla, yolun da uzaklığını hesaba katarak sabahın erken saatinde evden ayrıldık. Amacımız direk Nemrut'a gitmek ve günümüzü orada bol bol fotoğraf çekerek geçirmekti. Her zamanki gibi fotoğraf çekme tutkusunun ele geçirdiği bedenimle evden çıkarken yanıma aldığım tek şey yine tatilimizin vazgeçilmezi fotoğraf makinamızdı. Tam da bu noktada yeri gelmişken makinanın sahibi Hakan'a ve onu turumuza katmayı başaran Gökhan'a teşekkür etmeden geçemeyeceğim :)

Neyse, hepimiz arabadaki yerlerimizi alıp arabanın tekerleri dönmeye başladığında yine zalim reflü midemden boğazıma doğru yavaş yavaş hissettirmeden harekete geçmişti. Ama bu sabah hazırlıklıydım; ilacım yanıbaşımda, elimin altındaydı. Sinsi bir gülümseme ile ilacımdan bir kaşık içip içten içe reflüme "Seni yendim" dedim gülerek. Sabahın o erken vaktinde Antep'te sokaklar bomboştu; terkedilmiş değil de sanki uykudaymış gibi bir izlenimi vardı şehrin. Sanki uykunun sonuna gelmiş de her an gözlerini açacak gibi...Sokakların bu sessizliğini ve dinginliğini de kar bilerek çabucak çıkmıştık şehirlerarası yola.


Yine elimizde akıllı telefonlarımız internetten yol, yol üzeri ören yeri, müze, restoran araştırması yaparken önümüze, bir gece önce bizde muhabbet ederken eşimin kız kardeşinin kocasının bahsettiği ve muhakkak vaktimiz olursa gitmemizi önerdiği Yavuzeli tabelasını gördük. Tabelada yazan km yi kaç dakikada alabileceğimizi, orada ortalama ne kadar zaman vakit geçireceğimizi hesapladıktan ve bu hesaba göre Yavuzeli'ne girsek bile her halükarda istediğimiz saatte Nemrut'ta olabileceğimize kanaat getirdikten sonra rotamıza Yavuzeli'ni de ekleyerek yönümüzü oraya çevirdik. Ancak yolun sonunda nasıl muhteşem bir yerle karşılaşacağımızı bilmediğimizden, bu şuursuzlukla yaptığımız saat hesabı da günün sonunda tutmayacaktı :)


Kendimi Bosna'nın köy yollarında hissettiren bu dar, neredeyse patika denebilecek yolda, sıra sıra köyleri, arsaları geçerek tam bir merak içerisinde yola devam ettik. En nihayetinde, artık hiçbirşeyle karşılaşmayacağız galiba boşuna geldik buraya kadar diye düşünürken bizi muhteşem Fırat manzarası karşıladı. O an, o tepenin ardından bizi karşılayan, Fırat'ın tarif edilmez yeşilliği gözlerimi aldı. Kendimize mani olamadık; arabayı yolun ortasında durdurup fotoğraf makinalarımızla attık kendimizi dışarı. Nehrin ortasında, sanki çölde bir başına kalmış bir vaha gibi, yalnız ve tarif edilemez güzellikte sessizce duruyordu RumKale. Nehirden bize doğru esen o tatlı sert rüzgar beraberinde yağmur sonrası toprak ve tarih kokusunu çarpıyordu yüzümüze yüzümüze.


Hepimizin gözlerinde "biz nasıl bir yere geldik" diyen şaşkın bakışlar vardı. Burası cennetin hangi köşesi? Tepede fotoğraf çekme seansımızı bitirip ilk şokumuzu atlattıktan sonra bir an evvel tepeden aşağıya, nehrin kenarına inmek için gerisin geri arabaya doluştuk. Nehrin kenarına geldiğimizde, sezon sonu yazlık mekanların sessizliği içerisinde kimsesiz bekleşen çarşı esnafı gibi sıra sıra dizilmiş tur tekneleri ile karşılaştık. Yavuzeli tabelasının önünde yaptığımız dakika hesabının daha o dakikadan tutmayacağını anlamış ama şu an bulunduğum bu yeri Nemrut'a tercih edivermiştim. Sanırım herkes aynı anda aynı şeyleri hissetmişti ki kısa bir düşünmenin sonunda arabamıza kadar gelip bize kısa bir Fırat turu öneren bu halim selim adamı reddetmemiştik. Şimdi iyi ki de böyle ölü bir sezonda gitmişiz oraya diye düşünüyorum. Rahat rahat, biz bize, Fırat, ben, sevgilim, tarih, fotoğraf makinamız, tekneden gelen o arabesk, o roman, o yöresel tınılar, o sonsuz yeşil boşluk, o suratımızı jilet gibi kesen mis kokulu rüzgar, o mutlu üşüme hissi...Evet evet kesinlikle iyi ki böyle bir ölü sezonda gelmiştik buraya. Tersi olsa Fırat'ın o sonsuz yeşilliğini görmek için tur teknelerinden izin almamız gerekir, böylesine sakin sessiz kendimizle başbaşa kalamazdık. Her yanda insan kalabalıkları, teknelerden gelen müziklerin ortaya karışık oluşturduğu o karman çorman kültür karmaşası ve anlamsız bir tıklım tıkışlık olurdu. Tanımadığımız insanlarla beraber aynı teknede tura çıkıp, tek bir kare foto için bile belki maymun olurduk tekne köşelerinde sıramızı beklerken. Evet evet tam da bu nedenlerden, teknenin önünde yüzümü ve saçlarımı komple bu deli rüzgara verirken derin bir oh çektim; iyi ki de bu sezonda, iyi ki de şimdi gelmişiz.


Fırat'ın üzerinde gezintimize başlayıp inatla arka fondan bize eşlik etmeye çalışan yöresel müziklerin nezaretinde o yörede doğmuş, büyümüş, okumuş, görmüş geçirmiş kaptanımızın anlattıkları ve gösterdikleri ile büyüleniyorduk. Baraj sularının altından yükselen elektrik direkleri, minareler, suyun altında öylece sessiz sedasız yatan okul çatıları ve tüm bunlara ek olarak kaptanımızın her seferinde kendi hayatından karelerle süsleyerek üzerinde yol aldığımız bu suların hikayesini anlatması ağızlarımı bir karış açıkta bırakmıştı. Şimdi sonsuz bir yeşillikle akıp giden bu suların zamanında tarla olduğunu bilmek, rumkalenin eteklerinde su basması yüzünden ortaya çıkmış çoğu arkeolojik nitelikte olan mezarları görmek ve en önemlisi havadaki o tarif edilmez nehir kokusunu alabilmek dünyada paha biçilemeyecek nadir deneyimlerdendi.







Sular altına gömülen bu sessiz medeniyeti ve suların altında geçmişle geleceğin birbiriyle kaynaştığı, sanki zamanın durduğu, kimsenin hareket etmediği bu toprakları görmediyseniz çok şey kaçırdınız demektir.


Tekne turumuz bittiğinde, Yavuzeli'ne uğramış olmaktan mutlu, suratlarımızda huzurlu bir gülümseme ile yağmur damlalarının ıslattığı camımızdan bu yemyeşil sulara son kez bakıp Kahramanmaraş'a doğru yolumuza devam ettik.




20 Mayıs 2012 Pazar

KOMMAGENE - URFA


Sabah erkenden çalan alarmın o saç baş yoldurucu sesi ve ısrarı ile zar zor kendimi yataktan atıp beni deli eden bir mide bulantısı ile kendimi tuvalete kapadım. Vücudumun yönetimini tamamen ele geçiren ve dur kalktan anlamayan bu hormon ayaklanması her sabah midemde olmayan şeyleri dışarı atma çabası ile beni tuvalet köşelerinde esir ediyordu. Bu sabahın da hormon ayaklanmasını başarı ile savuşturduktan sonra diğerlerinin henüz kalkmamış olmasını avantaj bilip kendimi duşa attım. Ayılmamı sağlayacak başkaca bir yol yoktu sabahın bu saatinde. Duş sonrası ayılmış, kendine gelmiş, midesindeki ayaklanmayı bastırmış ve yenilenmiş bir şekilde odama çekilip giyinmeye başladığımda ev ahalisinin daha yeni uyanır olduğunun sinyallerini veren ayak sesleri ile kaplanıverdi koridor. Yarım saat içerisinde de kendimizi kapının önünde annemlerle vedalaşırken bulduk. Bekle bizi Peygamberler Şehri; biz geliyoruz...



Yola çıkmadan evvel de kahvaltımızı, Antep’in vazgeçilmez tatlarından birisi olan Beyran ile yaptık. Beyran, et suyu, pirinç, gerdan, sarımsak ve çeşitli baharatlardan oluşan, yüksek ısıda kaynatılarak hazırlanan, içerken genzinizden midenize kadar o baharatları ve sıcağı hissettiğiniz, yöreye özgü ve sabahları içilen bir çorbadır. İlk denememde, acısız diye belirtmediğim için bana normal acılı Beyran servis edilmişti ve o ilk kaşıkta yaşadığım acı şokunu size anlatamam J Acı sevenler için vazgeçilmez bir şölen olduğu kaçınılmaz. O gün sabah ise tecrübeli olmanın verdiği avantajla kendime acısız beyran sipariş ederek bu tarif edilemez lezzetin keyfini sürdüm. Beyranlarımızı da içtikten sonra Urfa’ya doğru yolculuğumuza devam ettik.

Yolculuğumuz boyunca hem yolda gördüklerimizin fotoğrafını arabanın camından yakalamaya çalışıp hem de elimizdeki telefonlardan bu toprakların tarihi ile ilgili bulabildiğimiz bilgileri birbirimize okuyorduk. Daha ziyade, ben telefondan araştırma yapma konusunda biraz başarısız olduğum için, ön koltukta seyir halinde olan ve neredeyse konuştuğumuz her konuda bir kere bile olsa telefonunu çıkarıp google dan araştırma yapan Gogo’ya paslıyordum bu işi. “Gogo bu gölün hikayesi neymiş”, “Gogo kommagene neresiymiş tarihi neymiş, bir bakıversene” şeklindeki emrivakilerime ilk başlarda hiç hayır demeden yanıt veren canım arkadaşımı yolculuk sonuna doğru bezdirecektik J



* Sınırları Malatya, Adıyaman’dan dönemin efsanevi kentlerinden Zeugma’ya kadar uzanan Kommagene uygarlığı, Dicle ve Fırat nehirlerinin yukarı kıyılarında kurulmuş. Krallık, Toros Dağlarındaki çeşitli yolların birleştiği bir noktada, Suriye’nin kuzeyi, Hatay, Pınarbaşı, Kuzey Toroslar ve doğuda Fırat Nehri’nin çevrelediği Adıyaman, Kahramanmaraş ve Gaziantep illerini kapsayan bir coğrafyaya yayılıyormuş. Bu uygarlık, tarihi kayıtlarda ilk kez M.Ö.850 yılları civarında görülmeye başlanmış. M.Ö. 700 yıllarında bir Kommagene kralı Asurlulara başkaldırmış ama Asur kralı Kommagenelileri yenmiş ve onları bugünkü Irak sınırına kadar sürmüş. M.Ö.600 yıllarında Babilliler Asurluları yenilgiye uğratmış ve sonradan Kommagene uygarlığının başkenti olacak Samsat’da son kez savaşmışlar. Bu savaşta da, Babilliler Asurluları yenmeyi başarmış. Kommagene halkı M.Ö.550 yıllarında önce Babillileri yenen Perslerin sonra da Persleri yenen Büyük İskender’in ordularının istilasına tanık olmuşlar. En nihayetinde, M.Ö.130 yıllarında Kommagene krallığı bağımsızlığını kazanmış. Kommagene uygarlığının tamamen kendine has bir sanat anlayışı varmış. İçerisinde farklı kültürlerin, geleneklerin, farklı diller konuşan insanların, doğu ve batı halklarının bir potada eridiği bu topraklarda, sanat da Yunan ve Pers sanatlarının bir senteziymiş. Kral Antiokhos sanata destek vermiş. Öyle ki meclisinde sanatçıları ve bilginleri toplarmış. İşte dağın zirvesinde yer alan o görkemli heykeller Kommagene sanatının ihtişamını gözler önüne serer niteliktedir. Bu sırada, topraklarda yeni bir tehlike belirmiş. Romalılar batı Anadolu’ya adımlarını atar atmaz Bythinia, Pisidia, Galatia ve Cappadocia gibi krallıkları ele geçirmeye başlamışlar. M.Ö.80 yıllarında Bythinia ve Pisidia’yı egemenliklerine almışlar. Aynı sıralarda Partlar da Kommagene sınırına varmışlar. Romalılar M.Ö.70 yıllarında en büyük düşmanları olan Pontus Krallığını devirmişler. Arkasında Pontus’un güçlü müttefiki Arm Krallığını yıkmışlar ve fetihlerini tamamlamak için bölgede kalan son bağımsız krallık olan Kommagene’ye yönelmişler. Bu küçük krallığın ele geçirilmesi onlara hiç de zor gözükmemiş. Ancak Kommagene ciddi bir şekilde direnç göstermiş ve bu topraklarda çatışmalar sürmüş. Ancak Kral Antiokhos’un ölümünden sonra yerine oğlu 2. Mithridates geçmiş. Kral Antiokhos ise Nemrud tapınağına tahminen babasının yanına gömülmüş. Fakat artık Kommagene krallığı Roma İmparatorluğuna denk değilmiş. Kommagene önce Suriye’nin uydusu, sonrasında da eyaleti haline gelmiş. Kommagene son olarak Kral 4. Antiokhos zamanında kısa da olsa bağımsız kalmayı başarmış ama Kral 4. Antiokhos da M.S.71 yıllarında Roma ordusuna yenik düşmüş. Kommagene ordusu Roma ordusuna dahil edilmiş ve gelecekte çıkabilecek isyanları önlemek için Kommagene uygarlığının yüceliğini anlatan binalar ve heykeller yıkılmış. Kommagene’nin yıkılışı ile Nemrud Dağı’ndaki tapınak da yıkılmış ve Nemrud Dağı uzun uykusuna dalmış. Dağın keşif öyküsü Osmanlı’nın Almanlarla ortak olarak inşa ettiği Anadolu-Bağdat Demiryolu yapımı sırasında Alman Mühendis Karl Sester’in Malatyalı köylülerden duyup, onlarla beraber tırmandığı Nemrut Dağı zirvesindeki dev heykelleri görmesiyle başlamış.



Bu bilgileri de aldıktan ve bunları dinlerken yolda bir dizi fotoğraf çektikten sonra Urfa’ya ulaşmıştık. Urfa’ya her gidişimde mistik bir duygunun beni kapladığını düşünürüm; bu sefer de farklı olmadı ve o mistik hava içerisinde kendimi kaybettim J Gördüğüm her kareyi deli gibi çekmek istiyor; iki saniyede bir makinanın çıkardığı klik-klik sesleri ile önümü bile görmeden yürüyordum. Urfa’da ziyaret edeceğimiz yer Balıklı Göl idi. Direk oraya yöneldik. Haftaiçi olması ve bayram seyran olmaması nedeniyle oldukça boştu ve rahat rahat yürüyebiliyorduk. Balıklı Göl’ün kenarına varınca, yanımdaki minik çocuğun balıklara attığı bir avuç yeme balıkların çılgın gibi atlayışı hala gözümün önünde J



Balıklı Göl’ün efsanesi ise şu şekilde...Nemrut zulmü ile çevresine korku ve dehşet saçıyormuş. Bir gece bir rüya görmüş ve bunu din adamlarına yorumlatmış. O yıl doğacak çocuklardan biri Nemrut’u öldürecekmiş. Bunun üzerine Nemrut o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesi emrini vermiş. O yıl İbrahim peygamberin annesi Sara Hatun kaçmış ve bir mağaraya gizlenmiş. Burada çocuğu doğurmuş ve çocuğu oraya bırakmış. Çocuğu dişi bir ceylan emzirmiş. Aradan zaman geçince askerler İbrahim peygamberi mağarada bulmuşlar ve Nemrut’a getirmişler. Nemrut bu çocuğu sevmiş ve yanına alıp büyütmüş. İbrahim peygamber ise bir süre sonra Nemrut’un zulmünü ve putlara tapışını ve halkı da buna zorlayışını görmüş ve putların Allah olmadığını söylemiş. Halka bunu anlatmış. Nemrut’un evlatlığı Zeliha ona inanmış ve o da Nemrut’tan çok korkuyormuş. Bir tören günü İbrahim peygamber sarayın putlar bölümüne girmiş ve bütün putları parçalamış, elindeki baltayı da en büyük putun üstüne asmış. Törenden dönenler endişeyle durumu Nemrut’a haber vermişler. Nemrut gelmiş ve İbrahim peygamber demiş ki balta onun elinde demek ki bunu o put yaptı. Nemrut sinirlenip bu nasıl olur diye haykırmış. İbrahim peygamber de demiş ki anlatmak istediğim budur, siz kendi ellerinizle yaptığınız putlardan medet umuyorsunuz, sizi korumasını bekliyorsunuz. Sinirlenen Nemrut ve diğerleri onun üzerine yürümüşler ve Nemrut İbrahim peygamberin yakılmasını emretmiş. Har taraftan odun toplanmış ve Halilürrahman Gölü’nün bulunduğu yerde yığılmış. Nemrut’un kalesinin kuzeyine iki sütun yaptırılır ve İbrahim peygamberin buraya gerilerek halatlarla ateşe fırlatılması düşünülür. Bu sütunlar, Urfa kalesindedir ve 7 kişi bu sütunları ancak sarabilir. Ve bu sütunlara mancınık denir. En sonunda İbrahim peygamber bu sütunlara gerilir ve fırlatılır. Odun yığınlarının arasına düşer düşmez ateş yerine burası göl olur; odunlar da balığa dönüşür. Balıklar yandıkları için üzerlerinde kara lekeler bulunur. Göle Halilürrahman Gölü denir. Zeliha’nın gözyaşları ile oluşan küçük göle de Aynızeliha (Zeliha’nın gözyaşları) denir. Halk inanışlarında bu göl ve balıklar kutsal sayılmaktadır; ve bu balıklara dokunanların öleceğine, ya da başlarına bir bela geleceğine inanırlar.





Biz de balıklı gölden başlayıp aynı bahçe içerisinde yer alan ve İbrahim peygamberin doğduğu mağara olduğunu söyledikleri mağarayı gezerek Urfa’da gezeceğimiz yerleri noktalamış olduk. Bu sırada, Balıklı Göl’de karşılaştığımız ve fotoğraf çekilmeyi ihmal etmediğimiz Kahtalı Mıçı ise turumuzun süprizi oldu diyebilirim J

Bir dip not olarak sadece şunu belirtmeliyim ki halk tarafından kutsal olarak görülen bu mekanlar, malesef yine aynı halk tarafından pek de kutsala yakışır şekilde ağırlanmamaktalar. Özellikle mağara ve içerisinde kutsal olarak adlandırdıkları suyun önünde yaşanan arbedelere tanık olduktan sonra halk olarak “kutsallık” anlayışımızı sorgulamaya başladım diyebilirim.




Urfa’da gezmeyi planladığımız yerleri bu şekilde tamamladıktan sonra şimdi sırada yemeği nerede yiyeceğimize karar vermek vardı. İçinde bir fıskiye ile suların dağıtıldığı havuzun kenarında çaylarımızı yudumlarken yapılan birkaç telefon görüşmesi akabinde gidilecek yere karar vermiştik. Midemizden gelen gurultularla beraber karşılaşacağımız o enfes kebap görüntülerini gözümüzde canlandırıyorduk J Yolun sonunda şirin bir bahçesi olan iki katlı Dedecan Restaurant'a vardık ve sevgilimin müdahelesi ile siparişleri verdik ve bu enfes ziyafetin tadını çıkardık. Kebabın ve etin tadını bu kadar içesine aldığım bir başka yer yoktu sanıyorum şimdilik. Ben böyle düşünüp ellerimle kebaba yumulurken, ilerleyen günlerde Hatay’da tadacağımız o enfes lezzetleri ve masada kendimizden geçişimizi daha yaşamamıştım tabii ki J Orada yaşadıklarımız ise bir başka yazının konusu olacak J

Urfa’dan midemiz ve fotoğraf makinalarımız dolu bir şekilde dönüş yaparken arabada dört baygın kişi olarak ertesi günün planlarını yapmaya koyulmuştuk bile. Ertesi gün Adıyaman’a gitmeye karar vermiş ve tüm planlarımızı buna göre hazırlamıştık. Ama sonra ne mi oldu? O da bir sonraki bir yazının konusu diyor ve To Be Continued diyerek bu yazıyı noktalıyorum J

* Bu paragrafta anlatılan bilgilerin tümü http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/kommagene_krall%C4%B1%C4%9F%C4%B1 sitesinden elde edilmiştir.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

KOMMAGENE - ANTEP



Yolculuğumuza Gaziantep’ten, Kommagene Uygarlığı sınırlarının içerisinde olmasa da, sınırlarının yakınlarına kadar uzandığı, “Doğu’nun Parisi” diye adlandırdığımız o inci şehirden başladık. Gece yorgun argın eve varmış olmanın ve tatile çıkmış olmanın verdiği rehavetle akşam şöyle derin bir uyku uyuduktan sonra sabah sisli bir Antep sabahına uyandık. Pencereden kafamı uzatıp baktığımda burnumun ucunu bile görmemi engelleyen koyu, pamuk gibi bir beyazlığın tam ortasında buldum kendimi. Tam anlamıyla inanılmaz ve tarif edilemezdi. Yüreğimi, yaptığı planları suya düşmüş bir çocuğun burukluğu kaplayıverdi aniden. Günün gezi, yeme, içme, fotoğraflama planları kötü hava şartlarına yenik mi düşüyordu ne...Apar topar üzerimizi değiştirip tatil için bize katılacak olan arkadaşlarımızı havalimanından almak üzere yollara düştük. Evin önüne çıktığımda yüzüme çarpan soğuk hava içimdeki endişelerin artmasına sebep oldu. Arabaya bindiğimde üşüyen parmak uçlarımı sevgilimin o sıcacık avuçları arasında ısıtmaya çalışırken cama düşen yağmur damlaları içimdeki endişeyi doruk noktasına taşıdı. Korkumu, burukluğumu daha fazla içimde taşıyamayıp bir anda konuşmaya başladım; arabadaki sessizliği uykulu ve paslı sesim yırtıp geçti. “Şansa bak yaaa gezemeyecek miyiz şimdi” diye söylendim kendi kendime camdan dışarı bakarken; sesimin bu kadar yüksek ve ağlamaklı çıktığını farketmemiştim. “Canım birkaç saate düzelir meraklanma” diye uyandığımdan beri endişe ile cayır cayır yanan yüreğime su serpti sevgilim. Koşulsuz ona inanmaya ve anın tadını çıkarmaya karar verdim. En nihayetinde işin özü tatildeydik; bu durumun kendisi bile mutlu olmak için yeterli bir sebepti.

Arabayla havalimanına doğru yol alırken, geçtiğimiz semtler, o semtlerde görsel hafızamla yakaladığım değişiklikler, arabadaki sessizliği nadiren böldüğümüz “aaa buraya şunu yapmışlar, baksana ne kadar değişmiş, burayı yıkmışlar”la başlayan ve devam eden kısa cümleler ve tüm o değişikliklere eşlik edercesine gözümde canlanan anılar suskunluğuma sessizlik katarken çoktan havalimanına geldiğimizi farkettim. Uçak, hava şartları yüzünden gecikmeli inecekti. Kontağı kapatıp arabada beklemeye başladık. Uykum yavaş yavaş açılıp dilim çözülmeye başlarken karnımdaki canavar da uyanmaya hazırlanıyordu. Midemin kazındığını hissettim.

Yarım saate yakın bir bekleyişten sonra uçağımız alana inmiş, hava bir nebze olsun düzelmiş, ve çıkış kapısında arkadaşlarımızla buluşabilmiştik. Yüzümüzün her bir santimini kaplayan kocaman gülümsemelerimizle gezimize başlamak üzere eve doğru yol aldık. Bugün kısa ve kompak bir gün olacaktı ve kahvaltıya evde başlayacaktık.

Eve vardığımızda sofrada bizi Antep peyniri, yeşil çizik zeytin, süt kaymağı, tırnaklı ekmek ve kübban ekmeği, bol baharatlı ev sucuğu ve kahvaltı sofralarının diğer vazgeçilmezleri karşıladı. Bir buçuk saate yakın kahvaltı sofrasından kalkmayıp tıka basa karnımızı doğurduktan sonra anladık ki bu gezi tam anlamıyla bir gurmeturizmi olacaktı.





Kahvaltı sonrası fotoğraf makinalarımızı da aldığımız gibi yollara düştük. İlk durağımız, restorasyonu yeni tamamlanmış ve içerisi bir müzeye dönüştürülmüş Antep Kalesi oldu. Kalenin girişi de çıkışı da aynı kapıdan sağlanmıştı. Kapıdan girdikten ve biletleri alıp turnikelerden geçtikten sonra yerleri kırmızı halı ile kaplanmış uzunca bir yolda ilerlemenizi sağlayan ve başkaca yerlere sapmanızın engellendiği, yol boyunca da çeşitli kabartmalar ve görsellerle Gaziantep’in tarihinin anlatıldığı bir müze olarak tasarlamışlardı kalenin içini. Yol kalenin tamamını dolaşmasa da yine de görsel anlamda kısa ama keyifli bir yolculuktu diyebilirim.
Kaleyi bitirdikten sonra, günü çok fazla yorulmadan atlatabilmek için, rotamızı Bakırcılar Çarşısına doğru çevirdik. Kale ile aynı ada içerisinde yer alan Bakırcılar Çarşısı bizim için olmasa da arkadaşlarımız için enteresan bir deneyim olmuştu. Çarşı içerisinde yavaş yavaş dolaşırken kapı önlerinde bakır işleyen, küçük dükkanları içerisinde ney üfleyen esnafları fotoğraflamaya çalışıp el emeği ile özenle işlenmiş o bakırlara göz gezdirdik.







Çarşının sonunda Tütün Hanı’nı da ziyaret edip hem soluklanmak hem de tabanlarımızı dinlendirmek için Elmacı Pazarı yakınındaki Tahmis Kahvesinde soluğu aldık. Tahmis Kahvesi, 1635 yılından beri hizmet veren, içeriye girdiğiniz andan itibaren sizi eski semt kahvelerinde hissettiren, iyi bir makinanız varsa mükemmel fotoğraf kareleri yakalayabileceğiniz dinlendirici bir mekan. İçerisine tarihin kokusu sinmiş böyle bir mekanda yöresel lezzetleri tatmamak olmaz deyip kendime bir menengiç kahvesi söyledim. Benimle beraber diğer arkadaşlar da menengiç kahvesi söylediler. Gezimizin bir başka gününde yine soluklanmak için Tahmis Kahvesinde mola verdiğimizde yeşil elma çayı ve zahter çayını da deneme fırsatımız oldu. Çay ve, böylesi keskin ve belirgin tatlarla pek aram olmadığından sadece yeşil elma çayını denemek ve zahter çayından bir yudum almakla yetindim. Diyebileceğim şu ki Tahmis Kahvesine geldiğinizde bu tadları muhakkak denemelisiniz. Çıkarken muhakkak bu lezzetlerden birer kutu alıp yanınızda getireceğinize dair şimdiden yemin edebilirim J








Yeteri kadar dinlendiğimize ve benim yeteri kadar fotoğraf çekmiş olduğuma kanaat getirdikten sonra, bir sonraki durağımıza, Dürümcü Recep Usta’ya doğru yolumuza koyulduk. Daha sabah yediklerimiz burnumuzda dururken Recep Usta’nın kapısından içeri adımımızı atar atmaz bizi kendimizden geçiren o muhteşem nohut kokusu ile karşılaştık. Ne kadar tok olsam da bu lezzete hayır diyemezdim; demedim de J Hem hamilelik sebebiyle hem de kişisel olarak acıdan fazla haz almadığım için kendi nohut dürümümü acısız sipariş ettim. Dürümlerimizi bitirdiğimizde bu vazgeçilmez lezzet ile midelerimiz bayram yaparken haddinden fazla yemiş olmanın verdiği rehavetle her birimiz masanın bir köşesine yıkılıp kaldık J O an hepimizin aklından geçen akşam yemeğini nasıl yiyeceğimizdi J Malum, akşam yemeğimizi annem Emel Sultanın o eşsiz lezzetleri eşliğinde yiyecektik ve o masada asla doydum demek, yemek tırtıklamak olmazdı J
Onca yemek sonrası, akşam bir de enfes yuvalama eşliğinde biber dolmalarımızı ve lahmacunlarımızı da mideye indirip çay faslına geçtiğimizde çoktan tükenme sınırına gelmiştik J





Akşam odalarımıza çekildiğimizde içimizde huzur, midemizde tüm gün yediklerimiz, yüreğimizde tarif edilemez bir mutlulukla uyuyakaldık. Ertesi gün için hepimiz hazır ve nazırdık. Sabah erkenden Peygamberler Şehri Urfa için yola koyulacaktık.

15 Mayıs 2012 Salı

KOMMAGENE


Her tatil dönüşünüzde yakınlarınız "yediğiniz içtiğiniz sizin olsun gezdiğiniz gördüklerinizi anlatın" derler ya hep; bu gezimiz için malesef gezip gördüklerimizin yanında çoğunlukla ve hep yiyip içtiklerimizi anlatacağım sizlere :)

Hamileliğimin sonlarına doğru, bebişimiz geldikten sonra bir daha böyle bir geziye uzunca bir süre zamanımız ve imkanımız olmaz düşüncesiyle planımızı yapıp uçağa atlayıp minik bir GAP turu yapmak üzere eşimin memleketine Antep'e (nam-ı değer Ayıntap) uçtuk. Tatil programımız aynı bir tur mantığı ile hazırlanmış, hangi gün nereye gideceğimiz nereleri göreceğimiz ve dahası nerede neler yiyeceğimiz haftalar öncesinden belirlenmişti. Şaka maka bunu hazırlarken içimden çoğu zaman hayatımın bir yerinde muhakkak bu tur işine girmeliyim diye geçirip durduğum anlar oldu :) En nihayetinde elimizde yapılacaklar listemiz, sabah kaçta kalkılıp evden çıkılacağına kadar her anımız planlanmış bir şekilde Antep'teki evimize ulaştık. Bu gezi aynı zamanda bize uzun süredir görüşemediğimiz ve hasret kaldığımız akrabalarımızı kısa süre de olsa görme imkanı sağlamıştı. Onlarla beraber oturup aynı masada aynı yemeklere kaşık attıkça ruhumun derinliklerinde derin bir "ohhhhh" çektim; huzur, mutluluk bu olsa gerekti.

Yani size bu yazı dizisinde, Antep-Urfa-Adıyaman-Nemrut u içerisine alan o büyük Komagene imparatorluğu topraklarında yaşadıklarımızı, yediğimiz o unutulmaz yemekleri, gördüğümüz ve binlerce yıl öncesinde yaşamış o insanların o zamanın imkanlarıyla meydana getirdikleri o şahane mekanları anlatıyor olacağım.

Çektiğim resimleri de bilgisayarıma yükledikten sonra Antep'ten başlamak üzere o büyüleyici anları sizlerle sırasıyla paylaşıyor olacağım :) az biraz sabır :)

Umuyorum ki orada bir yerlerde bu sayfayı takip eden birileri varsa, bu yazı dizisinden sonra yollarını bir şekilde o topraklara düşürürler.

TO BE CONTINUED...

:)

14 Mayıs 2012 Pazartesi

ANNELİK MANİFESTOSU


Aylar öncesinde, ilk defa hamile kaldığımı öğrendiğim günlerde, masa başında çalışırken bir anda içimden geçen, öncesinde unutmamak için telefonuma not aldığım sonrasında da facebook sayfamdan paylaştığım, işte bu maddelere verdiğim isimdi Annelik Manifestosu...

1-Doğduğun andan itibaren seni sadece sen olduğun için seveceğim ve yargılamayacağım. 
2-Bana veya babana benzemediğin, veya çevremizdeki herhangi başka bir çocuk gibi olmadığın için seni suçlamayacağım.
3-Her sabah senden önce kalkıp kahvaltını hazır edecek, her akşam da sana sıcacık yemekler pişireceğim.
4-Hiçbir şartta ve koşulda, veli toplantılarından sonra göz yaşına katık edilmiş patates yemeği yapmayacağım.
5-“Benim diğer annelerden farkım ne? Ne eksiğim var?” tarzında kinayeli soruları senin başarısızlıkların için değil ancak ve ancak diğer annelerin benden daha güzel, daha zayıf ve daha bakımlı olmaları şartı ile kullanacağım.
6-Evde istediğin kadar vazoyu kırmana, çiçekleri kurutmana, duvarları çizmene, ve kendine zararı dokunmayacak her türlü yaramazlık aktivitesi içerisinde bulunmana karşı çıkmayacak; terlikli füze çalışmalarımı senin üzerinde denemeyecek; bana çektiysen eğer muhtemelen gülerek karşılamana sebep olacak çığlıklar atmayacağım.
7-Ödevlerini sen yorulduğunda senin adına bitireceğim ve öğretmenin hiçbirşey anlamayacak.
8-Aşık olduğunda ve babandan muhtemelen korktuğunda yanında olacak ve seni sonuna kadar anlayacağım.
9-Okuldan, dersaneden, yurttan kaçmalarına, nereye gittiğini bilmem şartı ile göz yumacak görmemezlikten geleceğim.
10-Arkadaşlarınla partilere gitmene izin verecek, babanla beraber yan masanızda oturup seni zor durumda bırakmayacak, en azından bizi göremeyeceğiniz kadar uzaktaki bir masada oturacağım.
11-Yaz tatillerinde eve son giriş saatini 00:00 olarak sabitlemeyecek, önceden söylemen, evde olacağın saati bildirmen ve bunu alışkanlık haline getirmemen kaydıyla eve giriş-çıkış saatlerini serbest bırakacağım.
12-Matematiği sevmen konusunda seni zorlamayacak matematik sınavlarından aldığın kırık notlara gülüp geçeceğim.
13-Okula kendin gitmek istediğinde seni zorlamayacak, okuldan iki durak önce seni bırakmamız konusunda seninle anlaşma yapacağım.
14-Lise çağına kadar arkadaşlarınla yapacağın sinema ve yemek organizasyonlarında seni ilgili buluşma alanının önüne kadar bırakmayacak, en azından buluşma yerini görebilecek mesafede bir noktada seni bırakacağım.
15-18 yaş doğumgünü hediyen olarak seni ehliyet kursuna yazdıracağım.
16-Asla ve asla sigara içmene, alkol alıp kendinden geçmene, cep telefonunun kapalı durmasına ve motorsiklete binmene izin vermeyecek, bu hareketlerine müsamma göstermeyeceğim.
17-Çok iyi bir üniversitede okumanı istesem de, nice iyi üniversite mezunlarının bazılarında aslında zeka olmadığını bu yaşıma kadar idrak etmem dolayısıyla kazandığın üniversitenin ismiyle seni yargılamayacak ve kendi zekana güvenmeni sağlayacağım.
18-Arkadaşlarınla buluştuğunda deliler gibi merak etsem de zırt pırt seni aramayacak ve her seferinde “Neredesin?” gibi saçma bir soru sormayacağım.
19-Eve geç geldiğinde ve pişmanlığın gözünden okunduğunda seni babanın şerrinden koruyacak ve gizlice odana sokacağım.
20-İlerde Biyoloji dersinde DNA lar bölümünde de sana öğretileceği gibi hem benden hem de babandan bir takım genler taşıyor olacaksın. Ama buna rağmen ayrı bir ruhun, zevklerin, dünya görüşün, yorumların olacak; bunu şimdiden biliyor, kabulleniyor ve bunlarla ilgili seni sen olarak kabul edeceğime dair şimdiden söz veriyorum.
21-Bir ömür boyu, sen istediğin sürece, annen olarak senin kölen olacak ve sana itaat edeceğim.
22-İşbu maddeler de benim Annelik Manifestomdur.

İstanbul / Ocak 2012

9 Mart 2012 Cuma

8 Mart, 7 Mart’ı takip eden birgünden daha fazlası olamaz...




Hiçbir özel günden hazzetmiyorum doğumgünleri hariç. Ona bile bir senedir şöyle azıcık kuşkuyla bakar oldum. Eskiden organizasyon yapmadı diye günlerce sevgilimle küs kaldığım ve adamcağıza deli gibi işkence çektirdiğim anları hatırladıkça kendimden utanıyorum; yalan dolan yok.

Özellikle sevmenin ne demek olduğunu bilmeyen insanların Sevgililer Gününü kutlaması manasızlığı ile kadınların hergün, her saniye kendilerini kaybedercesine dayak yedikleri bir toplumda Kadınlar Gününün anılması nahoşluğu ciddiyetsizlik anlamında birbirleriyle yarışır düzeyde bence. Ayrıca niye Kadınlar Günü var da Erkekler Günü yok arkadaş...Özellikle de buna takmış bulunuyorum. Yani erkeklerin günahı nedir?
Her özel günün akşamı muhakkak TEM’de gişelerden çıktıktan sonra köşeye konuşlanan uyanık, akıllı, ticari zekası elektrik sayacı gibi dönen çiçekçinin önünde oluşan kuyrukta birbiri ardına can havli ile çiçek almaya çalışan mecburcu kocalar veya sevgililer, birkaç dakika sonra eve eli boş gitme gafletinin sonucu olarak karşılaşacakları en iyi ihtimalle birgün, en kötü ihtimalle aylarca sürecek stratejik kafaya kakma operasyonlarından kurtulmak pahasına herşeyini o çiçekçiye verebileceğini açık ve net gösteren yüz ifadesi ile ödeme sırasının kendilerine gelmelerini bekliyorlar. Bu arada, zamandan kazanmak amacıyla da çiçeği verirken yüzlerinin alması gereken o sahte gülümseme ve aşk ifadeleri için kendi kendilerine ufak çalışmalar yapıyorlar. Yeri geldiğinde, özellikle de trafikte, aslan kesilen bu kocaman adamların kadınlar karşısındaki bu çaresizliği bana denize düşen yılana sarılır atasözünü anımsatıyor her seferinde. Zaman zaman üç kuruş gidecek diye maliyet hesabı yapan kimi adamların bile böyle bir gün ve gecede neleri varsa ortaya dökmeye hazır ve nazır o bonkör halleri beni kendimden geçiriyor. Yani bazısının yanında susuzluktan ölseniz az ötede 50 kurusa su satan var az bekle mantalitesinden kurtulamamaları ama bir buket çiçeğe ortalamada verebildikleri 10-15 TL, kutlanmaya değer. Asıl bunu kutlamalıyız böyle günlerde diye düşünüyorum.

Geçen sene Sevgililer Gününde aynı mantıktan hareketle sevgilime çiçek göndereyim dedim. Çiçek firmaları için sanıyorum o kadar nadir ve karşılaşılmamış bir durumdu ki gün içerisinde çiçeğimi teslim edemeyip bütün süprizimi bozmak bir yana, bir de beni sinir ettikleriyle kaldılar. Şaka gibi her gün inatla gönderdikleri mailler ile sinirlerimi bozma işini rutine bağlayıp erkeklerin böyle günlerde ne karın ağrıları çektiklerini bana birkez daha hatırlatıyorlar sağolsunlar. Ne merem bir dertmiş bu süpriz düşünme, onu bulma, bulsan da hayata geçirme, hayata geçirsen de karşındakinin gözünde gerçekten o süprizi başarma işi...O an bu zorlukların hepsini çekmiş, çeken, çekecek tüm erkeklerin ellerinden öpesim geldi. Her özel günde, acaba bu sefer neye ihtiyacı var, ne ister, ne yapsam mutlu olur, en azından ne şekilde karşısına gidersem “vıdıvıdı”dan kurtulurum gibi düşünce sarmalları içerisinde normal insanların pes etmesi, yok olması beklenirken hala paşalar gibi ayakta durmaları, içlerinde yaşayan ama bu günler dışında dışarı çıkmayı yeğlemeyen o gizli, saklı cesaret dürtüsünü tebrik edip başımın üstüne koyasım var. Tüm bunlar düşünüldüğünde asıl kutlanması gereken Kadınlar değil Erkekler Günüdür, ey ahali.

İlla Kadınlar Günü için birşey yapılacaksa, yani bundan kaçarımız yoksa, mecbursak, o zaman “Kadınlarımızı Korumadığımız İçin Utanma Günü” olmalı 8 Mart. İsmi çok uzun oldu ama yapılacağı zaman elbet bir reklam, pazarlama çalışması yapılır diye düşünüyorum. Kadınlarımızı koruyamadığımız bir yerde, en önemlisi ironik olarak kadınlarımıza şiddet uygulayanların yine bir kadın tarafından yetiştirilmiş, bu vesile ile kendilerine çocukluktan beri ne verildiyse istemsiz olarak onu yansıtan erkekler olduğu düşünüldüğünde, Kadınlar Günü diye bir günün varlığı bile bu gerçekle dalga geçer gibi. Mağazaların birbiri ardına yaptığı indirim paketleri de günün anlam ve önemini iyice raydan çıkartan başka bir anlamsız hareket. Gözlerini direk cüzdanlardaki üç kuruş paraya diken, bunu yaparken de erkeklerin bu tarz günlerde içerisine düştükleri o saçma psikolojiyi bilinçli bir şekilde kullanarak olayı tamamen ticari bir boyuta getiren pazar stratejileri de cabası. Dolayısıyla sırf o günün ismi birileri tarafından “Bilmem Ne Günü” olarak kondu diye koştur koştur alışveriş yapmanın hiçbir yanı özel ve güzel değil; sadece bir zorunluluk, ötesi yok. Bu şartlar altında da, gelmeyen bir çiçek veya hediye için mutluluğu bozup kısacık ömrümüzün anlık günlerini huzursuz, mutsuz, küs geçirmenin hiçbir mantıklı açıklaması yok. Ama böyle günlerde kapıyı açtığımda, karşımda bir süprizle karşılaşsam sevinmem mi? Deli misiniz havalara uçarım. Olayın o kısmı ayrı tabi J

Yani bütün bir yıl içerisinde sadece bir güne özel bir anlam yükleyip kutlamakla kurtulmuş olmuyoruz etrafımızı saran gerçeklerimizden. Haber programlarında dayak, şiddet, vahşet haberleri çıktığında kanalı değiştiren, komşumuzdan acı feryatlar yükseldiğinde televizyonun sesini açan, sokakta dayak yiyen yerlerde sürüklenen bir kızcağız gördüğümüzde durmadan hatta aman bize bulaşmasın mantığı ile yan gözle bile bakmadan önünden geçip 10 dakika sonra gördüklerimizi unuttuğumuz bizler, sanki bunlar hiç olmamış gibi her sabaha yeni bir iç huzuru ile uyanıp Kadınlar Gününü de haldır haldır kutluyoruz (!). Kutlamalar çerçevesinde kadına şiddet konulu yayınların televizyonlara bir geceliğine aniden hakim olurken, ertesi sabah yine aynı hızla gündemden düşmeleri; sokak ortasında, çocuklarının gözlerinin önünde, kendilerini en güvende hissettikleri evlerinde son nefeslerini veren kadınların haberlerinin manşetlerden üçüncü sayfa haberlerine kadar gerilemeleri bu konuya verdiğimiz sahte önemi hepimizin yüzüne bir tokat gibi çarpıyor. Ama yüzlerimiz o kadar da kalınlaşmış ki hissetmiyoruz bile tam anlamıyla yüzümüze çarpanın ne olduğunu.

Pozitif ayrımcılıkla o kadar çok haşır neşir oluyoruz ki sadece kadınların değil bu topraklarda erkeklerin bile şiddete, kimi zaman şiddetin en kötüsü ve en ağırına, maruz kalabildiklerini, kalabileceklerini aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Hatta bunları sanıyorum bilerek gündeme de almıyoruz ki inançlarımız ve değerlerimiz konusunda savurduğumuz beylik laflar havada kalmasın; biz bizim yalancımız olmayalım. Bence yaşadığımız bu toplumun geldiği son noktada Kadınlar kadar Erkekler de koca bir yıl içerisinde en azından bir gün anılmayı, taktir edilmeyi, belki de haber yapılmayı, hediye almayı, evde bir süprizle karşılaşmayı, yani insani dürtülerinin okşanmasını hakediyorlar. Ama biz herşeye hep tek taraftan bakmayı üst düzey bir şekilde başarabilen bir toplum olarak bu ayrıntıyı da görmezden gelmeyi bir başarı sanıyoruz. Üstünü kapadıkça mutlu olduğumuzu zannediyor; bu sanal mutlulukla yaşamayı kendimize kar biliyoruz.

Onun için ben diyorum ki birazcık kendimize karşı dürüst olalım da bırakalım bu özel gün saçmalıklarını. Yok alışverişe gitmeyi, yok çiçekçilere para yedirmeyi, yok gönülden gelmeyen jestleri yapmak mecburiyetinde kalarak akşamına şahit olunan şiddet manzaralarına gözlerimizi yummayı...Bırakalım bunları. Şahit olduklarımıza, gördüklerimize gözlerimizi kapamaya devam ettiğimiz, bunu önlemek için alınabilecek önlemlere destek olmadığımız, fikir üretmediğimiz, çocuklarımızı erkek-kız diye ayırmadan aynı insani etik değerler çerçevesinde eğitmediğimiz sürece 8 Mart, 7 Mart’ı takip eden birgünden daha fazlası olamaz.   

27 Şubat 2012 Pazartesi

OSCAR GOESSS TOOOOO..............



Dün gece sabaha karşı Oscar ödülleri sahiplerini buldu. Her sene izlemek için yanıp tutuşurum ama bu sene de aynı öncekiler gibi, “neden ödül törenini hep Pazar gecesisabaha karşı yapıyorlar” diye düşünerek kendimi yatağa attım. Sabah kalktığımda ilk iş kırmızı halı güzellerini gözden geçirmek oldu. Kahvemi yudumlayıp acil işleri bitirdikten sonra bir on dakika arayı kendime hak görmüştüm :) İşin aslı birçok modacı, modacı blogger, blogger,tasarımcı vesaire gibi moda alanında uzman biri olmadığımdan az sonraki yorumlarım tamamiyle kendi moda ve göz zevkimden hareketle ortaya çıkmış naçizane görüşlerimdir; “ben olsam giyermiydim” düşüncesi görüşlerimin çıkış noktasıdır :)

İlk kırmızı halı eleştrim Angelina Jolie’ye gelsin.Beğenmedim. Tek kelimeyle olmamış. Angelina’yı elbisenin içinden çıkartıp elbiseyi bir vitrine koysaydık ve ben o vitrinin önünden geçiyor olsaydım,ağzımın kenarlarından sular akarak vitrine yapışır, “vayyy elbiseye bak”derdim. Ama konumuz bu elbiseyi Angelina Jolie’nin taşıması ise bence hanımefendi nedeni nedir bilemiyorum ama oldukça fazla zayıflamış; hatta hastalıklı gözüküyor. Bir deri bir kemik kalmak, tam kendisini tarif eden bir tabir. Durum bu olunca da elbisenin içini dolduramamış bence. Elbisenin üstkısmı her ne kadar kendisine oturmuş olsa da alt kısmındaki hareketlerarasından gözüken o estetikten uzak kemik bacaklar nerede o Tomb Rider’dakiefsane Angelina nerede bu dedirtiyor. Hatta şimdi tesadüfen bir kanalda yakaladığım ve izlemeye başladığım Turist’teki halini bile arar oldum. Vücut bu derecede hastalıklı bir zayıflığa bürününce dudakları da seksilikten öte küçülmüş bir surat üzerinde kocaman bir balık gibi gözüküyor. Yani yıkıldım diyebilirim. Golden Globe’da giydiği elbise de benzer nedenlerle üzerine olmamış hatta bundan daha kötü durmuştu. Elbisenin boyun kısmındaki kırmızı parça fazlasıyla yukarıda neredeyse suratını kapatacak ve kol altındaki fermuar ve bağlantısının çok amatörce dikildiği benim bile gözüme çarpıyordu. Ama yine de Angelina Jolie’nin kalitesine ve model seçimlerine diyecek lafım yoktur.





JenniferLopez yine kırmızı halıda boy gösteren ünlülerdendi. Latin güzelinin ne zamanadı geçse onu Richard Gere ile oynadığı Shall We Dance filmindeki haliylehatırlıyorum. Belki de sırf bu yüzden Oscar törenlerinde giydiği elbiseyibeğenemedim. Aslında elbise çok güzel, o holojen izlenimi veren çizgilerelbiseye ayrı bir hareket, latin güzelinin o inanılmaz vücudunun hatlarına daayrı bir mana katmış. Ama göğüs dekoltesi ve kollardaki açıklıklar bir arada hoş durmamış. Göğüs dekoltesi belki de kesiminden göğüslerini sanki daha aşağıda göstermiş. Kendisi balık eti kıvamında bir vücuda sahip olsa da bu elbise ve özellikle de saç modeli onu olduğundan daha geniş göstermiş. Buna rağmen çanta, yüzük ve küpe birleşimi elbise ile mükemmel derecede uyumlu ve asil.





Emma Stone ise kırmızı halıda resmen göz kamaştırıyordu. Saç rengi ve teninin uyumu ile elbise renginin seçimi ancak bu kadar birbirine uyabilirdi. Asil, narin, hoş ve güzel duruyordu. Elindeki çanta ile bilekliğinin uyumu güzelliğin ayrıntıda gizlendiğini birkez daha kanıtladı bana. Emma Stone’da da beğenmediğim şeyler;elbisenin modelinin üst kısmının ve bel kısmının yine Angelina Jolie’de olduğu gibi fazla zayıflık yüzünden vücuduna tam oturmamış olması, bu sebeple sanki elbisenin üzerinde emanet gibi duruyor olması ve boyun kısmındaki o devasa kurdeledir.Sanırım çiroz kadınları güzel olarak görmeyen bir göz zevkine sahibim :)


Jessica Chastain...Tek kelimeyle muhteşem...Tam anlamıyla moda zevkimi ve tarzımı yansıtıyor. Ne çok kilolu ne de çok çiroz...Elbisenin kesimi ve modeli tam vücuduna göre...Göğüs dekoltesi hem seksi hem de asil...Ortalığa fırlayan ve gözü yoran detaylar yok...Saç rengi ve elbisenin üzerindeki işlemeler birbirini takip eden bir bütün oluşturmuş; elbise ile Jessica Chastain’i ayırmanız mümkün olmuyor ilk bakışta, sanki aynı resmin devam eden karelerine bakıyormuşsunuz gibi hissettiriyor size. Elbisenin kumaş seçimi ve özellikle de işlemelerdeki işçilik bana göre şahane. Tek eleştirim duruşuna :) Omuzlar düşük ve sanki kambur gibi öne doğru durunca görüntüde biraz bozulmalar oluyor tabi :)


Natalie Portman, Greace filminin setinden fırlamış da son hız Oscar törenine yetişmiş gibi. Saçını arabanın içinde jölelemişler, kabaca bir şekil vermişler,bir de boynuna eldeki en iyi kolyeyi taktırmışlar gibi. Zevkler ve renkler tartışılmaz ama bana üstüne para verseler Oscar törenine giderken saçımı o şekilde yaptırtmam. Hoş çağırdıkları da yok ya :) Sıradan iş yemeğine giderken bile yapılmayacak derecede özensiz buldum. Elbisesinin kesimi ve modeli iyi güzel, tam törenlik,ama üzerindeki o puantiyeler elbiseyi almış tamamen spor bir havaya taşımış. Birazda kısa olsaymış tam piknik modeli olacakmış. Elbisenin üzerindeki siyah puantiyelerle eldeki çantayı renk anlamında uydurma çabası güzel ama çanta da malesef elbisenin yanında çok abiye. Çantanın tepesindeki toka kendisini eleveriyor istemeden. Hele böyle bir elbise ile yine bana göre uzaktan yakından alakası olmayan o kolyeye ne demeli...Sanki başka elbise giyecekmiş de son anda birşey olmuş eldeki en iyiyi giymiş gibi. O kolyenin altına daha abiye, daha ağır, daha uçucu bir elbise bekliyor insan. Tarz olarak uymamış.



Tam anlamıyla beni benden alan ve sanırım Jessica Chastain ile beraber kırmızı halının bence birincilerinden olmaya aday...Penelope Cruz...Bu griye çalan mavi ton üzerinde o kadar güzel durmuş ki...Çanta seçimi, saçı,makyajı ve takıları ile oluşturduğu bu bütün tam bir cümbüş...Baktıkça bakası geliyor insanın. Oscar’ın özüne uygun bir elbise seçimi...Elbisenin kol kesiminin omuzlardan gelmesi, omuz ve döş kısmında yarattığı o naif dekolteyi dolduran incecik kolyesi ile tam peri masallarından çıkmış gibi...Elbisenin hiçbir yeri pot durmamış, her dikiş her ayrıntı durması gerektiği yerde bir bütün olarak duruyor. Benden kendisine tam not geldi bu vesile ile :)


Gwyneth Paltrow, Superman gibi olmuş desem fazla mı olur :) Halbuki elbisenin renk seçimi, o uzun ve endamlı boyuna uygun kesim, göğüs kısmındaki çapraz kesim, kolye-yüzük kombinasyonu güzel...Hatta asil ve uyumlu...Saçı da bu naif ve abartısız modele eşlik edercesine kendi halinde ama modelli...Makyajı duru...Gülümsemesi yine ön planda...Taktığın nedir derseniz; o da elbisenin tüm bu iyi yanlarını özellikle örter gibi üzerine geçirdikleri o pelerin...Her an sanki kolunu havaya kaldırıp da uçacak gibi :) Bir de kollarının olmaması sanki kahveden dönen külhanbeyi havası katıyor gibi :) Öldürmüş elbiseyi bana göre...Umarım o pelerin çıkabilen bir şeydir.


Milla Jovovich her zamanki gibi seksi...Ancak elbisenin göğüs kısmını küçük göğüsleri malesef dolduramamış. Dolayısıyla da bu sebeple bu tarz bir elbisenin ufak göğüslüler tarafından seçilmesi bana göre uygun değil. En başta gözü yoran bir ayrıntı. Orası dolmadığı için de tek kol omuz olarak elbisenin üzerinden gelen parça da eğreti durmuş. O parça olmasa da olabilirmiş çünkü elbise üzerindeki payetler zaten yeteri kadar hareketlendirmiş elbiseyi. Saç, küpe, çanta,bileklik birleşimi elbise ile uyumlu. Tüm bu beyazlık içerisinde gözü yormamak adına dudağa sürülen o ruj, kırmızının nerede ve nasıl kullanılması gerektiğine iyi bir örnek bence. Tek kusur ise elbiseye azıcık yakın çekimden bakıldığında sanki işlemlerin çok amatörce yapıldığı hissini yaratması. Yani sanki sıradan bir gelinlikçinin vitrinindeki işlemleri andırıyor. Üstüne hatta fazlasıyla gelinlik gibi duruyor :)



Şimdi diyeceksiniz ki çok mu biliyorsun da hepsi birbirinden ünlü isimlerin kreasyonlarından çıkmış bu elbiselere tüm bu kulpları taktın :) Efendim sıradan ve idare eder seviyede bir moda takipçisi gözüyle ekrana baktığımda gördüklerim bunlardı :) Aslında birçok elbise de model ve kesimleri açısından değil, onları taşıyamayanlar açısından kötüydü. İyisiyle kötüsüyle bir Oscar daha geldi geçti. Bakalım bizim ünlülerimiz Altın Portakal’da bunlara az çok yaklaşabilecekler mi :)