Geç uyandık
bugün. Aslında her zamanki gibi gecenin bir yarısı sabah oldu zannedip uyanmış,
yatakta bir iki kere döndükten sonra gerisin geri rüyama dönmüştüm. Bütün bir
gece içerisinde geçen süre olarak düşündüğümde hiç de anlamlı olmayan bu
kısacık anı hesaba katmazsam geç uyandık bu sabah. Daha gözlerimizi açmadan
uyandığımızı anladığımız o an vardır ya işte tam da o anda bütün gün üzerimde
gezinecek olan miskinlik gelip oturmuştu bacaklarıma. Dünyanın en zor işini
yapar gibi yavaş yavaş zorlaya zorlaya göz bebeklerimin üzerine kapanan göz
kapaklarımı açıp odamın tavanı ile yüzleştim. Kısa bir süre birbirimizle
bakıştık; tavan ve ben. Kadının temizlemeyi atladığı veya görmediği minik
ayrıntılar gözüme takıldı; önemsemedim, sağ yanıma sevdiğim adama doğru
yöneldim. Karnım çok acıkmıştı, hemen şimdi derhal birşeyler yemek istiyordum. Ben
belki saatlerce bu açlık hissine dayanabilirdim ama karnımda minik canavar buna
asla müsade etmezdi. Ona bir şekilde sabırlı olması gerektiğini öğretmemiz
lazımdı ama nasıl? Bilemedim, işin içinden çıkamadım, çok da fazla kafa
yormadım açıkçası, yorsam kesin bir yol bulurdum ama şimdi çözmemiz gereken
konu karnımı en hızlı nasıl ve ne şekilde doyuracağımdı. Sevgilim elindeki
kitabı başucuna koyup kendini son sürat yataktan attı. Her zaman sabahları
benden daha sessiz, daha sakin olan bu adamın mutfaktan gelen müzik seslerine
eşlik ediyor olması sabah mahmurluğumdan kurtulmama izin vermedi. Şaşırdım,
şaşırdıkça yorgana sarıldım, yorgana sarıldıkça kafamı yastığa daha da fazla
gömdüm, yastığa gömüldükçe de daha çok şaşırdım. Sonunda kendim, miskinliğim ve
yorgan arasındaki bu sonsuz savaştan sıyrılıp yataktan kendimi dışarı attım. Ayaklarım
beni direk mutfağa götürdü. Karnımdaki açlık o kadar hızlı ve güçlü bir şekilde
ele geçirmişti ki beni yüzümü yıkamak bile aklıma gelmemişti. Masayı nasıl
kurduk, çay hangi ara demlendi, ne zaman pazardan aldığımız dağ mantarlarını
doğramaya başladım, ne zaman üzerine yumurtaları kırdık, ve hangi ara başladık
kahvaltı etmeye daha idrak edemeden karnımdan önce beynime giden sonra da
kulağıma gelen doyma sinyalleri ile kendime geldim. “Pazarcının dediği kadar varmış valla yumurtalar, şahane bir tatmış bu”
diye düşünürken kendi kendime yine aynı hızla masayı kaldırdığımı, mutfağı
topladığımı ve kendimi salondaki koltuğa bıraktığımı farkettim. Günün gazetelerini
internetten okuduk. Sevgilim dün gece gittiğimiz filmle ilgili bir eleştriyi
bana uzatarak “Senarist olacak adammışım
valla aynı benim dediklerimi yazmış yorumcular” dedi.
Genelde beraber
vizyona yeni giren filmleri seyretmek üzere buluştuğumuz ve öncesinde güzelce
karnımızı doyurup görüşmediğimiz günlerde neler yaptığımıza, hayatın nasıl
geçtiğine dair keyifli, samimi ve naif sohbetler ettiğimiz ve filmimizi
izledikten sonra arabalarımıza doğru yürürken filmin kısacık bir kritiğini
yaptığımız bizim gibi yeni evli olan arkadaşlarımızla, geçen hafta içerisinde
vizyona giren “Fetih 1453” filmine gitmeye karar verdik. Bu bahane ile
birbirimizi görmediğimiz o uzun zaman diliminde hayatlarımızda neler
değiştiğini konuşabilir, bir nevi hasret giderebilirdik. Buluşmayı ayarladığımızda
farkettim ki en son babamın vefatında, İzmir’deki evimizin arka odasında,
babamın yastığına kafamı koyup uyumaya çalışırken berabermişiz. Aradan neredeyse
dört ay geçmiş. Ne kadar uzun ve ne kadar kısa bir süre. Mecidiyeköy’de bir
alışveriş merkezinde buluştuk dün akşam. Planladığımız gibi öncesinde yemek
yedik bir yerde. Ne yediğimiz çok da önemli değil, maksadımız muhabbet etmek
için zaman yaratmaktı. Heyecanla beklediğimiz bebeğimizden konuştuk, eşimin
yeni doğum yapmış kız kardeşi ve bebeğinden dem vurup birkaç resme baktıktan
sonra salona doğru yöneldik. O kadar kolaylaşmıştı ki hayat biz insanlar için,
en son ne zaman bilet almak için gişede kuyrukta beklediğimizi hatırlayamadım. Şimdi
artık online biletler modaydı. Çok da
rahattı aslına bakarsanız. Saatler ve hatta bazen günler evvelinden hangi
salonun kaç numaralı koltuğunda oturacağımız belliydi. Salonun girişindeki
makinadan biletlerimizi alıp filmin gösterileceği salona doğru yürüdük. İki üç
dakika sonra salonun kapısını açtılar, havadar, havalandırmalı ve taze bir
salona gireceğimi düşünürken burnumun ağır bir koku ile karşılaşmış olması beni
kendimden geçirdi. Klimaları, havalandırmaları niye açmazlar ki diye düşündüm
kendi kendime. Sinemaya her gidişimde istemsiz olarak, ne amaçla yaptığımı
bilmeden tavanlarda gezdiririm gözlerimi; bu sefer de aynısını yaptım. Birden babamla
İzmir’de gittiğimiz ilk sinema aklıma geldi. Michael Jackson’ın bir filmiydi
oynayan; o zamanlar kime aşıksın deseler Michael derdim sanırım. Koltukların üzerinde
onun taklidini yaparak bir oraya bir buraya uçtuğum günlerdi. Şimdilerde çok da
hoşnut olmadığını anlayabiliyorum babamın bu tarz bir film için sinemaya
gitmekten ama benim için gelmişti ısrarlarıma dayanamayarak. İzmir’deki o
zamanların büyük sinemalarından biriydi İzmir Sineması. Kocaman bir salonu
vardı; hatta balkon kısmı bile mevcuttu. Opera salonlarına benziyordu bir şekilde.
Tavandan sarkan kocaman bir disko topu vardı hiç aklımdan çıkmıyor. Film başladığı
gibi o da içinden ışıklar saçarak dönmeye başlamıştı. Tepemde durmadan dönen o
ışık hüzmesine mi, Michael’a mı yoksa filme mi bakacağımı şaşırdım. Salondaki çocukların
hepsi, ben de dahil, durmadan bağırıyorduk; çılgınca. Sonralarda cep
sinemalarının sektöre katılmasıyla beraber o kocaman heybetli çocukluğumun
İzmir Sinemasını tamamen ticari kaygılarla birçok küçük cep sinemasına
böldüler. Artık eskisi gibi zevk vermeyen bir salondu. Elimi ayağımı çektim. Sanırım
çoğu kişi de aynı şekilde düşünmüş olacak ki artık ne sinema kaldı ne de esamesi.
Gittiğim uzak
hatıralardan filmin ilk sahnelerinin dönmeye başlamasıyla sıyrıldım. Güzel başlamıştı
film, birkaç eleştri okumuştum sosyal medyada acaba doğru mu çıkacaktı
eleştriler, bakalım nasıl devam edecekti. İlk yarım saati büyük bir beklenti
içerisinde ha şimdi ha şu anda diyerek geçirdikten sonra film içerisindeki durağan
diyaloglar arasında Bizans imparatorunun başka hangi dizide oynadığını
hatırlamaya çalışırken gözlerimin bir an için kapanmasına mani olamadım. Kısa bir
süre içim geçti sanıyorum ki kendime geldiğimde çok da fazla ilerlememişti
film. Birden bire nasıl olduğunu anlamadan bütün bir salon bir aşk hikayesinin
içinde bulduk kendimizi. O konuya nasıl geldik ben hala çözebilmiş değilim.
Fetih konulu bir filmde Ulubatlı’nın aşkını seyrediyor olmak zaman ve kare
kaybı değil miydi diye kendime kendime düşünürken ışıklar yandı. Derin bir iç
çektim; yerimde hafiften doğruldum ve kendimi salonun önüne temiz havaya attım.
Tarih bilgilerimden hareketle ikinci yarının savaş sahneleri sayesinde daha
hareketli geçeceğini umarak kısa bir tuvalet molası sonrası salona geri döndük.
Emin olduğum birşey vardı ki Ulubatlı’yı oynayan çocuk Mehmet’i oynamalıydı. Filmde
Mehmet’i canlandıran çocuk bir şekilde ya senaryo icabı ya da repliklerin
yetersizliğinden silik kalmıştı. Oysaki Ulubatlı’nın bir havası bir duruşu bir
karizması hakimdi filme. İkinci yarı başladı, savaş sahnelerinin kalitesi
harcanan paranın karşılığını veriyordu bir şekilde. Güzel olmuştu iyiydi ama
eksikti. Kuşatma kısır bir döngünün içine girdiğinde birdenbire tepelerden
yürütülen gemiler perdeye yansıdı. Şaşırdım, donakaldım. Böylesine bir buluşun,
bu şekilde sıradanlaştırılmış olması garibime gitti. Az çok tarih ve tarihi
roman okuyanların da bilebileceği gibi gemilerin karadan indirilmesi olayı
tamamiyle bir ekip çalışması, müzakere ve Mehmet’in üstün zekasının ürünüydü. Bunların
es geçilmesi ve üç saat süren bir filmde gereksiz aşk meşk ayrıntılarından bir
zahmet bir iki kare ayırmayıp böylesine bir zekanın sıradanlaştırılması filme
olan inancımı tamamen kaybettirdi. O dakikadan sonra filmi sadece bir savaş
filmi gözüyle izlemeye devam ettim. Filmi o şekilde izleyince daha zevkli
geçmişti kalan dakikalar. Üç saatlik bir filmde en azından Mehmet’in üstün
zekasına, eğitimlerine, becerilerine, askerlerin nasıl yetiştirildiğine,
aslında nasıl cengaver olduklarına, velhasıl birazcık daha belgesel tadı verilerek
tüm bu tarihi ayrıntılara yer verilebilirdi. Çünkü çok da umurumda değildi Ulubatlı’nın
kime, ne şekilde aşık olduğu. Yine de türünün ilk filmi olarak buna da şükür
diyerek eve dönmüştük. Uyuduğumuzda sanıyorum saat sabaha karşı ikiyi bulmuştu.
Onun için de sabah geç uyanmıştık.
Günün geri
kalanını salonda bana ayrılmış koltukta uyuklayarak, kilerimi toplayarak,
yazmayı planladığım cümleleri bazen sadece kelimeleri bir yerlere not ederek
geçirdim. Hamile kaldığımdan beri soğudum spordan eşim asla vazgeçmemişti. Ona imreniyordum
her seferinde; bu azmine, ne kadar yorgun olursa olsun apar topar giyinip
kendini o spor salonuna götürebilmesine. O eve geldiğinde ben de işlerimi
bitirmiş yine karnımdan gelen o acımasız, o canavarımsı sinyallere boyun eğmiş
ne yesem diye düşünüyordum. Cumartesi günü pazardan aldığımız çinekopları
fırına atıp, yanına domates ve sarmısaklı roka salatasını da yaptıktan ve kalamarları
yağdan aldıktan sonra salona hazırladığımız sofrada yerlerimizi aldık. Günü böyle
bir sofrada sonlandırmak gibisi yoktu. İçime bir huzur doldu. Bir kez daha
doğru yerde ve doğru şekilde var olduğuma inandım. Olmam gereken yer burasıydı;
ötesini düşünmek bile işkence olurdu sanki. Ama içime doğan bu huzur bile gün
boyu ayaklarımın üzerinde oturan o şişko miskinlikle baş edemedi. Kafamı yastığıma
koyup her an uyumaya hazır bir pozisyonda size bu satırları yazdım. Şimdi biraz
da miskinliğimle başbaşa kalma zamanıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder