19 Şubat 2012 Pazar

Miskinliğimin Dayanılmaz Ağırlığı



Geç uyandık bugün. Aslında her zamanki gibi gecenin bir yarısı sabah oldu zannedip uyanmış, yatakta bir iki kere döndükten sonra gerisin geri rüyama dönmüştüm. Bütün bir gece içerisinde geçen süre olarak düşündüğümde hiç de anlamlı olmayan bu kısacık anı hesaba katmazsam geç uyandık bu sabah. Daha gözlerimizi açmadan uyandığımızı anladığımız o an vardır ya işte tam da o anda bütün gün üzerimde gezinecek olan miskinlik gelip oturmuştu bacaklarıma. Dünyanın en zor işini yapar gibi yavaş yavaş zorlaya zorlaya göz bebeklerimin üzerine kapanan göz kapaklarımı açıp odamın tavanı ile yüzleştim. Kısa bir süre birbirimizle bakıştık; tavan ve ben. Kadının temizlemeyi atladığı veya görmediği minik ayrıntılar gözüme takıldı; önemsemedim, sağ yanıma sevdiğim adama doğru yöneldim. Karnım çok acıkmıştı, hemen şimdi derhal birşeyler yemek istiyordum. Ben belki saatlerce bu açlık hissine dayanabilirdim ama karnımda minik canavar buna asla müsade etmezdi. Ona bir şekilde sabırlı olması gerektiğini öğretmemiz lazımdı ama nasıl? Bilemedim, işin içinden çıkamadım, çok da fazla kafa yormadım açıkçası, yorsam kesin bir yol bulurdum ama şimdi çözmemiz gereken konu karnımı en hızlı nasıl ve ne şekilde doyuracağımdı. Sevgilim elindeki kitabı başucuna koyup kendini son sürat yataktan attı. Her zaman sabahları benden daha sessiz, daha sakin olan bu adamın mutfaktan gelen müzik seslerine eşlik ediyor olması sabah mahmurluğumdan kurtulmama izin vermedi. Şaşırdım, şaşırdıkça yorgana sarıldım, yorgana sarıldıkça kafamı yastığa daha da fazla gömdüm, yastığa gömüldükçe de daha çok şaşırdım. Sonunda kendim, miskinliğim ve yorgan arasındaki bu sonsuz savaştan sıyrılıp yataktan kendimi dışarı attım. Ayaklarım beni direk mutfağa götürdü. Karnımdaki açlık o kadar hızlı ve güçlü bir şekilde ele geçirmişti ki beni yüzümü yıkamak bile aklıma gelmemişti. Masayı nasıl kurduk, çay hangi ara demlendi, ne zaman pazardan aldığımız dağ mantarlarını doğramaya başladım, ne zaman üzerine yumurtaları kırdık, ve hangi ara başladık kahvaltı etmeye daha idrak edemeden karnımdan önce beynime giden sonra da kulağıma gelen doyma sinyalleri ile kendime geldim. “Pazarcının dediği kadar varmış valla yumurtalar, şahane bir tatmış bu” diye düşünürken kendi kendime yine aynı hızla masayı kaldırdığımı, mutfağı topladığımı ve kendimi salondaki koltuğa bıraktığımı farkettim. Günün gazetelerini internetten okuduk. Sevgilim dün gece gittiğimiz filmle ilgili bir eleştriyi bana uzatarak “Senarist olacak adammışım valla aynı benim dediklerimi yazmış yorumcular” dedi.

Genelde beraber vizyona yeni giren filmleri seyretmek üzere buluştuğumuz ve öncesinde güzelce karnımızı doyurup görüşmediğimiz günlerde neler yaptığımıza, hayatın nasıl geçtiğine dair keyifli, samimi ve naif sohbetler ettiğimiz ve filmimizi izledikten sonra arabalarımıza doğru yürürken filmin kısacık bir kritiğini yaptığımız bizim gibi yeni evli olan arkadaşlarımızla, geçen hafta içerisinde vizyona giren “Fetih 1453” filmine gitmeye karar verdik. Bu bahane ile birbirimizi görmediğimiz o uzun zaman diliminde hayatlarımızda neler değiştiğini konuşabilir, bir nevi hasret giderebilirdik. Buluşmayı ayarladığımızda farkettim ki en son babamın vefatında, İzmir’deki evimizin arka odasında, babamın yastığına kafamı koyup uyumaya çalışırken berabermişiz. Aradan neredeyse dört ay geçmiş. Ne kadar uzun ve ne kadar kısa bir süre. Mecidiyeköy’de bir alışveriş merkezinde buluştuk dün akşam. Planladığımız gibi öncesinde yemek yedik bir yerde. Ne yediğimiz çok da önemli değil, maksadımız muhabbet etmek için zaman yaratmaktı. Heyecanla beklediğimiz bebeğimizden konuştuk, eşimin yeni doğum yapmış kız kardeşi ve bebeğinden dem vurup birkaç resme baktıktan sonra salona doğru yöneldik. O kadar kolaylaşmıştı ki hayat biz insanlar için, en son ne zaman bilet almak için gişede kuyrukta beklediğimizi hatırlayamadım. Şimdi artık online biletler modaydı. Çok da rahattı aslına bakarsanız. Saatler ve hatta bazen günler evvelinden hangi salonun kaç numaralı koltuğunda oturacağımız belliydi. Salonun girişindeki makinadan biletlerimizi alıp filmin gösterileceği salona doğru yürüdük. İki üç dakika sonra salonun kapısını açtılar, havadar, havalandırmalı ve taze bir salona gireceğimi düşünürken burnumun ağır bir koku ile karşılaşmış olması beni kendimden geçirdi. Klimaları, havalandırmaları niye açmazlar ki diye düşündüm kendi kendime. Sinemaya her gidişimde istemsiz olarak, ne amaçla yaptığımı bilmeden tavanlarda gezdiririm gözlerimi; bu sefer de aynısını yaptım. Birden babamla İzmir’de gittiğimiz ilk sinema aklıma geldi. Michael Jackson’ın bir filmiydi oynayan; o zamanlar kime aşıksın deseler Michael derdim sanırım. Koltukların üzerinde onun taklidini yaparak bir oraya bir buraya uçtuğum günlerdi. Şimdilerde çok da hoşnut olmadığını anlayabiliyorum babamın bu tarz bir film için sinemaya gitmekten ama benim için gelmişti ısrarlarıma dayanamayarak. İzmir’deki o zamanların büyük sinemalarından biriydi İzmir Sineması. Kocaman bir salonu vardı; hatta balkon kısmı bile mevcuttu. Opera salonlarına benziyordu bir şekilde. Tavandan sarkan kocaman bir disko topu vardı hiç aklımdan çıkmıyor. Film başladığı gibi o da içinden ışıklar saçarak dönmeye başlamıştı. Tepemde durmadan dönen o ışık hüzmesine mi, Michael’a mı yoksa filme mi bakacağımı şaşırdım. Salondaki çocukların hepsi, ben de dahil, durmadan bağırıyorduk; çılgınca. Sonralarda cep sinemalarının sektöre katılmasıyla beraber o kocaman heybetli çocukluğumun İzmir Sinemasını tamamen ticari kaygılarla birçok küçük cep sinemasına böldüler. Artık eskisi gibi zevk vermeyen bir salondu. Elimi ayağımı çektim. Sanırım çoğu kişi de aynı şekilde düşünmüş olacak ki artık ne sinema kaldı ne de esamesi.

Gittiğim uzak hatıralardan filmin ilk sahnelerinin dönmeye başlamasıyla sıyrıldım. Güzel başlamıştı film, birkaç eleştri okumuştum sosyal medyada acaba doğru mu çıkacaktı eleştriler, bakalım nasıl devam edecekti. İlk yarım saati büyük bir beklenti içerisinde ha şimdi ha şu anda diyerek geçirdikten sonra film içerisindeki durağan diyaloglar arasında Bizans imparatorunun başka hangi dizide oynadığını hatırlamaya çalışırken gözlerimin bir an için kapanmasına mani olamadım. Kısa bir süre içim geçti sanıyorum ki kendime geldiğimde çok da fazla ilerlememişti film. Birden bire nasıl olduğunu anlamadan bütün bir salon bir aşk hikayesinin içinde bulduk kendimizi. O konuya nasıl geldik ben hala çözebilmiş değilim. Fetih konulu bir filmde Ulubatlı’nın aşkını seyrediyor olmak zaman ve kare kaybı değil miydi diye kendime kendime düşünürken ışıklar yandı. Derin bir iç çektim; yerimde hafiften doğruldum ve kendimi salonun önüne temiz havaya attım. Tarih bilgilerimden hareketle ikinci yarının savaş sahneleri sayesinde daha hareketli geçeceğini umarak kısa bir tuvalet molası sonrası salona geri döndük. Emin olduğum birşey vardı ki Ulubatlı’yı oynayan çocuk Mehmet’i oynamalıydı. Filmde Mehmet’i canlandıran çocuk bir şekilde ya senaryo icabı ya da repliklerin yetersizliğinden silik kalmıştı. Oysaki Ulubatlı’nın bir havası bir duruşu bir karizması hakimdi filme. İkinci yarı başladı, savaş sahnelerinin kalitesi harcanan paranın karşılığını veriyordu bir şekilde. Güzel olmuştu iyiydi ama eksikti. Kuşatma kısır bir döngünün içine girdiğinde birdenbire tepelerden yürütülen gemiler perdeye yansıdı. Şaşırdım, donakaldım. Böylesine bir buluşun, bu şekilde sıradanlaştırılmış olması garibime gitti. Az çok tarih ve tarihi roman okuyanların da bilebileceği gibi gemilerin karadan indirilmesi olayı tamamiyle bir ekip çalışması, müzakere ve Mehmet’in üstün zekasının ürünüydü. Bunların es geçilmesi ve üç saat süren bir filmde gereksiz aşk meşk ayrıntılarından bir zahmet bir iki kare ayırmayıp böylesine bir zekanın sıradanlaştırılması filme olan inancımı tamamen kaybettirdi. O dakikadan sonra filmi sadece bir savaş filmi gözüyle izlemeye devam ettim. Filmi o şekilde izleyince daha zevkli geçmişti kalan dakikalar. Üç saatlik bir filmde en azından Mehmet’in üstün zekasına, eğitimlerine, becerilerine, askerlerin nasıl yetiştirildiğine, aslında nasıl cengaver olduklarına, velhasıl birazcık daha belgesel tadı verilerek tüm bu tarihi ayrıntılara yer verilebilirdi. Çünkü çok da umurumda değildi Ulubatlı’nın kime, ne şekilde aşık olduğu. Yine de türünün ilk filmi olarak buna da şükür diyerek eve dönmüştük. Uyuduğumuzda sanıyorum saat sabaha karşı ikiyi bulmuştu. Onun için de sabah geç uyanmıştık.

Günün geri kalanını salonda bana ayrılmış koltukta uyuklayarak, kilerimi toplayarak, yazmayı planladığım cümleleri bazen sadece kelimeleri bir yerlere not ederek geçirdim. Hamile kaldığımdan beri soğudum spordan eşim asla vazgeçmemişti. Ona imreniyordum her seferinde; bu azmine, ne kadar yorgun olursa olsun apar topar giyinip kendini o spor salonuna götürebilmesine. O eve geldiğinde ben de işlerimi bitirmiş yine karnımdan gelen o acımasız, o canavarımsı sinyallere boyun eğmiş ne yesem diye düşünüyordum. Cumartesi günü pazardan aldığımız çinekopları fırına atıp, yanına domates ve sarmısaklı roka salatasını da yaptıktan ve kalamarları yağdan aldıktan sonra salona hazırladığımız sofrada yerlerimizi aldık. Günü böyle bir sofrada sonlandırmak gibisi yoktu. İçime bir huzur doldu. Bir kez daha doğru yerde ve doğru şekilde var olduğuma inandım. Olmam gereken yer burasıydı; ötesini düşünmek bile işkence olurdu sanki. Ama içime doğan bu huzur bile gün boyu ayaklarımın üzerinde oturan o şişko miskinlikle baş edemedi. Kafamı yastığıma koyup her an uyumaya hazır bir pozisyonda size bu satırları yazdım. Şimdi biraz da miskinliğimle başbaşa kalma zamanıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder