27 Şubat 2012 Pazartesi

OSCAR GOESSS TOOOOO..............



Dün gece sabaha karşı Oscar ödülleri sahiplerini buldu. Her sene izlemek için yanıp tutuşurum ama bu sene de aynı öncekiler gibi, “neden ödül törenini hep Pazar gecesisabaha karşı yapıyorlar” diye düşünerek kendimi yatağa attım. Sabah kalktığımda ilk iş kırmızı halı güzellerini gözden geçirmek oldu. Kahvemi yudumlayıp acil işleri bitirdikten sonra bir on dakika arayı kendime hak görmüştüm :) İşin aslı birçok modacı, modacı blogger, blogger,tasarımcı vesaire gibi moda alanında uzman biri olmadığımdan az sonraki yorumlarım tamamiyle kendi moda ve göz zevkimden hareketle ortaya çıkmış naçizane görüşlerimdir; “ben olsam giyermiydim” düşüncesi görüşlerimin çıkış noktasıdır :)

İlk kırmızı halı eleştrim Angelina Jolie’ye gelsin.Beğenmedim. Tek kelimeyle olmamış. Angelina’yı elbisenin içinden çıkartıp elbiseyi bir vitrine koysaydık ve ben o vitrinin önünden geçiyor olsaydım,ağzımın kenarlarından sular akarak vitrine yapışır, “vayyy elbiseye bak”derdim. Ama konumuz bu elbiseyi Angelina Jolie’nin taşıması ise bence hanımefendi nedeni nedir bilemiyorum ama oldukça fazla zayıflamış; hatta hastalıklı gözüküyor. Bir deri bir kemik kalmak, tam kendisini tarif eden bir tabir. Durum bu olunca da elbisenin içini dolduramamış bence. Elbisenin üstkısmı her ne kadar kendisine oturmuş olsa da alt kısmındaki hareketlerarasından gözüken o estetikten uzak kemik bacaklar nerede o Tomb Rider’dakiefsane Angelina nerede bu dedirtiyor. Hatta şimdi tesadüfen bir kanalda yakaladığım ve izlemeye başladığım Turist’teki halini bile arar oldum. Vücut bu derecede hastalıklı bir zayıflığa bürününce dudakları da seksilikten öte küçülmüş bir surat üzerinde kocaman bir balık gibi gözüküyor. Yani yıkıldım diyebilirim. Golden Globe’da giydiği elbise de benzer nedenlerle üzerine olmamış hatta bundan daha kötü durmuştu. Elbisenin boyun kısmındaki kırmızı parça fazlasıyla yukarıda neredeyse suratını kapatacak ve kol altındaki fermuar ve bağlantısının çok amatörce dikildiği benim bile gözüme çarpıyordu. Ama yine de Angelina Jolie’nin kalitesine ve model seçimlerine diyecek lafım yoktur.





JenniferLopez yine kırmızı halıda boy gösteren ünlülerdendi. Latin güzelinin ne zamanadı geçse onu Richard Gere ile oynadığı Shall We Dance filmindeki haliylehatırlıyorum. Belki de sırf bu yüzden Oscar törenlerinde giydiği elbiseyibeğenemedim. Aslında elbise çok güzel, o holojen izlenimi veren çizgilerelbiseye ayrı bir hareket, latin güzelinin o inanılmaz vücudunun hatlarına daayrı bir mana katmış. Ama göğüs dekoltesi ve kollardaki açıklıklar bir arada hoş durmamış. Göğüs dekoltesi belki de kesiminden göğüslerini sanki daha aşağıda göstermiş. Kendisi balık eti kıvamında bir vücuda sahip olsa da bu elbise ve özellikle de saç modeli onu olduğundan daha geniş göstermiş. Buna rağmen çanta, yüzük ve küpe birleşimi elbise ile mükemmel derecede uyumlu ve asil.





Emma Stone ise kırmızı halıda resmen göz kamaştırıyordu. Saç rengi ve teninin uyumu ile elbise renginin seçimi ancak bu kadar birbirine uyabilirdi. Asil, narin, hoş ve güzel duruyordu. Elindeki çanta ile bilekliğinin uyumu güzelliğin ayrıntıda gizlendiğini birkez daha kanıtladı bana. Emma Stone’da da beğenmediğim şeyler;elbisenin modelinin üst kısmının ve bel kısmının yine Angelina Jolie’de olduğu gibi fazla zayıflık yüzünden vücuduna tam oturmamış olması, bu sebeple sanki elbisenin üzerinde emanet gibi duruyor olması ve boyun kısmındaki o devasa kurdeledir.Sanırım çiroz kadınları güzel olarak görmeyen bir göz zevkine sahibim :)


Jessica Chastain...Tek kelimeyle muhteşem...Tam anlamıyla moda zevkimi ve tarzımı yansıtıyor. Ne çok kilolu ne de çok çiroz...Elbisenin kesimi ve modeli tam vücuduna göre...Göğüs dekoltesi hem seksi hem de asil...Ortalığa fırlayan ve gözü yoran detaylar yok...Saç rengi ve elbisenin üzerindeki işlemeler birbirini takip eden bir bütün oluşturmuş; elbise ile Jessica Chastain’i ayırmanız mümkün olmuyor ilk bakışta, sanki aynı resmin devam eden karelerine bakıyormuşsunuz gibi hissettiriyor size. Elbisenin kumaş seçimi ve özellikle de işlemelerdeki işçilik bana göre şahane. Tek eleştirim duruşuna :) Omuzlar düşük ve sanki kambur gibi öne doğru durunca görüntüde biraz bozulmalar oluyor tabi :)


Natalie Portman, Greace filminin setinden fırlamış da son hız Oscar törenine yetişmiş gibi. Saçını arabanın içinde jölelemişler, kabaca bir şekil vermişler,bir de boynuna eldeki en iyi kolyeyi taktırmışlar gibi. Zevkler ve renkler tartışılmaz ama bana üstüne para verseler Oscar törenine giderken saçımı o şekilde yaptırtmam. Hoş çağırdıkları da yok ya :) Sıradan iş yemeğine giderken bile yapılmayacak derecede özensiz buldum. Elbisesinin kesimi ve modeli iyi güzel, tam törenlik,ama üzerindeki o puantiyeler elbiseyi almış tamamen spor bir havaya taşımış. Birazda kısa olsaymış tam piknik modeli olacakmış. Elbisenin üzerindeki siyah puantiyelerle eldeki çantayı renk anlamında uydurma çabası güzel ama çanta da malesef elbisenin yanında çok abiye. Çantanın tepesindeki toka kendisini eleveriyor istemeden. Hele böyle bir elbise ile yine bana göre uzaktan yakından alakası olmayan o kolyeye ne demeli...Sanki başka elbise giyecekmiş de son anda birşey olmuş eldeki en iyiyi giymiş gibi. O kolyenin altına daha abiye, daha ağır, daha uçucu bir elbise bekliyor insan. Tarz olarak uymamış.



Tam anlamıyla beni benden alan ve sanırım Jessica Chastain ile beraber kırmızı halının bence birincilerinden olmaya aday...Penelope Cruz...Bu griye çalan mavi ton üzerinde o kadar güzel durmuş ki...Çanta seçimi, saçı,makyajı ve takıları ile oluşturduğu bu bütün tam bir cümbüş...Baktıkça bakası geliyor insanın. Oscar’ın özüne uygun bir elbise seçimi...Elbisenin kol kesiminin omuzlardan gelmesi, omuz ve döş kısmında yarattığı o naif dekolteyi dolduran incecik kolyesi ile tam peri masallarından çıkmış gibi...Elbisenin hiçbir yeri pot durmamış, her dikiş her ayrıntı durması gerektiği yerde bir bütün olarak duruyor. Benden kendisine tam not geldi bu vesile ile :)


Gwyneth Paltrow, Superman gibi olmuş desem fazla mı olur :) Halbuki elbisenin renk seçimi, o uzun ve endamlı boyuna uygun kesim, göğüs kısmındaki çapraz kesim, kolye-yüzük kombinasyonu güzel...Hatta asil ve uyumlu...Saçı da bu naif ve abartısız modele eşlik edercesine kendi halinde ama modelli...Makyajı duru...Gülümsemesi yine ön planda...Taktığın nedir derseniz; o da elbisenin tüm bu iyi yanlarını özellikle örter gibi üzerine geçirdikleri o pelerin...Her an sanki kolunu havaya kaldırıp da uçacak gibi :) Bir de kollarının olmaması sanki kahveden dönen külhanbeyi havası katıyor gibi :) Öldürmüş elbiseyi bana göre...Umarım o pelerin çıkabilen bir şeydir.


Milla Jovovich her zamanki gibi seksi...Ancak elbisenin göğüs kısmını küçük göğüsleri malesef dolduramamış. Dolayısıyla da bu sebeple bu tarz bir elbisenin ufak göğüslüler tarafından seçilmesi bana göre uygun değil. En başta gözü yoran bir ayrıntı. Orası dolmadığı için de tek kol omuz olarak elbisenin üzerinden gelen parça da eğreti durmuş. O parça olmasa da olabilirmiş çünkü elbise üzerindeki payetler zaten yeteri kadar hareketlendirmiş elbiseyi. Saç, küpe, çanta,bileklik birleşimi elbise ile uyumlu. Tüm bu beyazlık içerisinde gözü yormamak adına dudağa sürülen o ruj, kırmızının nerede ve nasıl kullanılması gerektiğine iyi bir örnek bence. Tek kusur ise elbiseye azıcık yakın çekimden bakıldığında sanki işlemlerin çok amatörce yapıldığı hissini yaratması. Yani sanki sıradan bir gelinlikçinin vitrinindeki işlemleri andırıyor. Üstüne hatta fazlasıyla gelinlik gibi duruyor :)



Şimdi diyeceksiniz ki çok mu biliyorsun da hepsi birbirinden ünlü isimlerin kreasyonlarından çıkmış bu elbiselere tüm bu kulpları taktın :) Efendim sıradan ve idare eder seviyede bir moda takipçisi gözüyle ekrana baktığımda gördüklerim bunlardı :) Aslında birçok elbise de model ve kesimleri açısından değil, onları taşıyamayanlar açısından kötüydü. İyisiyle kötüsüyle bir Oscar daha geldi geçti. Bakalım bizim ünlülerimiz Altın Portakal’da bunlara az çok yaklaşabilecekler mi :)

23 Şubat 2012 Perşembe

Ne zaman onlarla karşılaşsanız başkasına hatırlatmadıkları şeyleri size hatırlatırlar


İzmir’deki ilkevimiz Küçükyalı’da, bulunduğu semtin ismiyle yarışırcasına küçük, kutu gibi bir evdi. Ama küçükken öyle gelmiyordu bana. Sonralarda iki adımda aştığım koridor, o zamanlar her bir köşesinde canavarların kol gezdiği bitmez tükenmez,ucu sonu olmayan bir yol gibiydi. Burası benim ilk evimdi; bu oda benim ilk odam, bu mutfak benim ilk mutfağım, yani burası benim ömür boyu yaşayacağımızı düşündüğüm ilk evimdi. Bundan sonra taşındığımız evlerde de aynı şekilde hep bir ömür boyu yaşayacağımızı düşünmüştüm.

Ben dünyaya gelmeden önce, daha belki düşüncem bile yokken daha ortada, annemle babam başka bir evde yaşıyorlarmış. Hatay Caddesi’ne görece yakın, yanılmıyorsam Üçyol Semti’nde,tam bulvara bakan bir apartmanın en üst katına gelin gelmiş annem. Apartmanın en alt katında, şimdi hala çalışmakta olan bir birahane varmış; çok güzelmiş mezeleri. İzmir’i bilenler az çok tanık olmuştur bu mekanlara veya bir mahalle köşesinde muhakkak kendileri ile tesadüf etmişlerdir. İzmir’de çoğu apartmanın altında birahane görebilirsiniz; rutindir. Burada kadınlar olmaz, pavyon klasmanında değildir bu mekanlar. Çoğu mutsuz, huzursuz veya müdavim, ekseriyetle evli ve çalışan erkeklerin iş çıkışı eve gitmeden evvel kafalarını topladıkları, evde eşlerine karşı izleyecekleri stratejileri kafalarında kurdukları, mezeleri ile beraber karınlarını çok fazla doyurmadan iki yudum içip az sonra evde beyinlerinin maruz kalacağı kadın dırdırlarına hazırlıklı bir şekilde kapıdan çıktıkları görece nezih ama herkese göre olmayan yerlerdir.Çoğu mahallede vardır bunlardan; çok sonralardan her yerde moda olan “modern” biracıların belki ilk çağ versiyonlarıdır bu mekanlar. Annem o zamanlar pilav bile yapmayı bilmeden gelin olmanın verdiği rehafetle, her akşam yumurta kırma konusunda ihtisas yapmaya başlayınca babam da ne yapsın bir şekilde birahanenin sahibi ile tanışıp telefonunu almış ve en üst kattan birahanenin kapısına sepet sallama yöntemiyle mezeleri eve doldurur olmuş. Belki de o mecburiyet zamanlarının ona vermiş olduğu seçimsizlik hissiyle hala söyler dururdu babam mezelerinin ne kadar güzel olduğunu. Neyse gel zaman git zaman bunun bu şekilde devam edemeyeceğine karar veren annem bir şekilde o gece tavuk yapmaya karar vermiş. O zamanlar böyle büyük marketler yok, böyle bir hijyen hak getire –yine hala hijyen var mı deseniz ehhh yine pek yok ama o zamanların durumu “içler acısı” tabirini karşılar cinsten-. Neyse, babam gitmiş mahalle kasabından bütün bir tavuk almış, eve getirmiş. Annem de tavuğu aldığı gibi soslamış bir güzel atmış fırına. Bundan yıllar yıllar sonra, uzunca bir süre küs kalacakları ve malesef öteki aleme giderken de küs olarak ayrılacakları çocukluk arkadaşları gelecekmiş o gün. Neyse gelmiş arkadaşları ama evde ağır bir koku varmış. Birşeyler yanıyor zannetmişler önce, sonra bakmışlar yanık falan yok demişler bir terslik var bu durumda. Fırına gidip de içini açıp bakınca ne de görsünler; bütün tavuk sözün tam anlamıyla bütün bütün, temizlenmemiş, her bir parçası eksiksiz bedenin içerisinde durup dururken pişmeye çalışıyor. Nereden bilsin bizim tecrübesiz çiftimiz o zamanlar kasaba gittiklerinde tavuk isterken içinin temizlenmesi gerektiğini söylemelerini. Neyse tavuk çöpe gitmiş, sepet bir kez daha sallanmış aşağıya, birahane sahibinin durumla dalga geçer gibi dudağının kenarından gülümsemesine eşlik edercesine eve çıkmış, dost masasını süslemiş mezeler. Sonra ne yapmış etmişler, borca harca girmişler, şu dünyada bize ait birşey olsun demişler, Küçükyalı’daki o kutu gibi evi almışlar. O ilk evlerinde yaşadıkları ve benim büyürken çeşitli yerlerde, zamanlarda, farklı kişilerin dudaklarından duyduğum yüzlerce anı bir başka yazının konusu olsun.

Küçükyalı’daki “küçükev”de – ki bu eve kendi aramızda, evi sattıktan sonra bile, hep “küçük ev” diye hitap ettik – yaşadığım onca şey vardı ki o minicik duvarlar hayatım boyunca aklımdan çıkmadı; gittiğimiz evler ne kadar güzel, ne kadar büyük, ne kadar heybetli olursa olsun o minicik duvarlara bir kez olsun ihanet etmedim yüreğimde. İkinci evimiz, “küçük ev”e birkaç sokak mesafede, altında otoparkı olan, koridorları bir labirenti andıran kocaman bir evdi. O kadar iyi ısınırdı ki kışları bile içeride kısa kollularla dolaşırdık. Ondan sonra hayatıma giren hiçbir evde kışın kısa kollu ile dolanma keyfini yaşayamadım. O zamanlar Pazar akşamlarının vazgeçilmezi bir Parlement Sinema Kuşağı bir de evvelinde Bizimkiler dizisi vardı. Pazar akşamlarının vazgeçilmezi ütü masası televizyonun önüne gelir, annemin söylenmeleri arasında o okul gömlekleri, etekleri ütülenir ve sonra ütü masası dolaptaki yerini geri alırdı. Ertesi gün okul olduğunu bilmenin verdiği huzursuzlukla oturur en sevdiğim diziyi izlerdim; Bizimkiler. Hiçbir benzer yanları olmasa da kapıcımız Sami Abi’yi hep dizideki kapıcı ile özdeşleştirirdim aklımda. Sami Abi, dürüst, çalışkan, ahlaklı, zaman zaman her insan kadar tembel ama özünde iyi niyetli biriydi. Yıllar sonra tesadüfen o mahalleye yolum düştüğünde sokağın köşesinde karşılaştığım Sami Abi’yi görmenin bende yarattığı o gerçek mutluluğu size burada kelimelerle anlatamam. Sami Abi’nin bir de karısı vardı; Nurhan Teyze. Memleketlerinde zengin bir ailenin kızıymış zamanında ama Sami Abi’ye düşünce gönlü ve klasik ailesi bu evliliğe izin vermeyince beraberce kaçıp İzmir’e gelip evlenmişler. Onların da aynı filmlerdekine benzer bilindik, tanıdık bir hikayesi vardı işte. Nurhan Teyze de Sami Abi kadar iyi niyetli, iyi yürekli bir kadındı. Uzunca bir süre, çalışan her annenin kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak, bana o baktı. İlk çocuğuna hamile kaldığında karnının büyümesini beraber izledik. Bebeğini kollarına ilk aldığında onunla beraber sevindik, ağladık. Artık evde Nurhan Teyze, ben ve bir minik bebek toplamda üç kişiydik. Sonra ben büyüdüm, asileştim, yaşamımı kendim yönlendirmek istedim. Okuldan çıkışta hemen eve dönmeme kararını almak, kendimce oluşturduğum ve hayata geçirdiğim bu karar verme mekanizmasının bir ürünüydü. Böylece artık Nurhan Teyze de, bana ve bu koca eve bağlı kalmadan, özgürce kendi hayatını yaşayabilirdi. Tamamen koptunuz mu derseniz hayır diye cevap veririm çünkü Nurhan Teyze hep ailemizden biri olarak kalmıştı; eve her zaman gelip giden, tanıdık, yakın bir dost olarak. Öyle ki onun o muhteşem kıymalı yeşil mercimek yemeğini her özlediğimde bir telefonla gelip yemeği yapıp çayını kahvesini içer evine geri dönerdi. Annem tarifini almıştı, yapardı da sağolsun,ama derseniz ki aynı tadı verir miydi, buna da cevabım hayır olurdu.

Çok uzatmayayım; sonralardan annemin sadece temizlik ve evin düzeni için bir yardımcıya ihtiyacı olduğunda, şu an ismini bile hatırlamadığım, sanıyorum sadece iki haftasonu bize gelmiş olan, son gelişinde de pencereden aşağıya düşmesine zar zor engel olduğumuz gençten bir kadın bulduk. Elinin işi iyiydi bence ama annemin habire kadının etrafında dolanma, ulaşamadığı zamanlarda da beni kadının kuyruğuna takma gibi bir takıntısı vardı. Niye bunu yapıyorduk şimdiki aklımla bile çözebilmiş değilim. O bahsi geçen son temizlik gününde, babamla salonda oturmuş televizyona bakarken, annemin balkona döktüğü suların sesi ve kadının salon camında bir cambazdan daha tecrübeli bir şekilde dengede durup camın en ücra noktalarını temizlemeye çalıştığı akrobatik hareketler eşliğinde televizyonda beliren Türk Bayrağı ile dikkatimiz iyice ekrana odaklanmıştı. O zamanlar biri, önemli biri, öldüğünde televizyonlar Türk Bayrağı koyardı. Yanılmıyorsam bayrağın arkasından bir de marşımızı çalarlardı. Günümüzde televizyon kanallarının bu şekilde bir uygulaması var mı bilmiyorum. Kimin öldüğünü anlamaya çalışırken hayal meyal bir yazının geçtiğini hatırlıyorum, kanalın ismi Star’dı; Türkiye’nin tek ve ilk özel kanalı...Yazı da Turgut Özal’ın ismini görmemizle beraber bizim camdaki meşhur cambazımızın dengesi alt üst olmayıversin; sanırsınız akrabası öldü. Bir feryat koptu ki camın önünde anlatamam, kadın kendini tam boşluğa bırakacakti ki annemle babam yakaladı kollarından ve ayaklarından. Meğersem kadının üzüntüden tansiyonu düşmüş. Neyse ayranlar içirdik, yatırdık kadını kendine getirdik. Annem güzelce bir azarladıktan sonra kocasını aradı kadının. Kocası gelip aldı kadını; kendi gibi genç, zıpkın, delikanlı biriydi. Sonradan öğrendik ki İzmir’den kalkıp cenazeye gitmişler apar topar. O zaman da anlam verememiştim şimdi de anlam veremem meşhur, önemli insanlara bu derecede bağlanılmasına ve onların bu derecede sevilmesine. Dozu olmayan ve muhtemelen en yakınlara bile gösterilmeyen bu sevgi patlaması ne kadar da heba edilmiş bir güzelliktir bu açıdan baktığımda.

İşte bu biraz komik, görece ironik, küçücük anı ile beraber o günü, o Nisan öğlenini hiç unutamam. Sıcak ve nemli bir gündü. Babamın sessizce koltuğa oturduğunu hatırlıyorum. Sessiz, yorumsuz, televizyonun sesini sonuna kadar açarcasına sağır, televizyonda dönen yorumlara laf yetiştirmek dışında başka birşey konuşmamacasına dilsiz...Babam ne zaman bir ölüm haberi alsa, genzinden, derinden çıkan bir “vah” nidasıyla düşüncelere dalardı. Bunda da öyle olmuştu aynen. 1993 yılı, o küçücük aklımla hatırlayabildiğim kadarıyla, beraberinde iki ölüm haberi getirmişti.O sıcak, nemli Nisan gününden tam dört ay önce, Uğur Mumcu’nun ölüm haberi televizyonlarda dönmeye başladığında, işte asıl o an, babamın suratında üzüntü, göz pınarlarının kenarında biriken damlalar ve havada yine genzinden, derinden çıkan bir “vah” nidası vardı. Şimdilerde ne zaman biri istemsiz “vah” dese, bende istemsiz birinin ölüm haberi geldi zannederim. İşte kelimelerin de aynı kokular gibi böyle bir etkisi vardır insanlar üzerinde; ne zaman onlarla karşılaşsanız başkasına hatırlatmadıkları şeyleri size hatırlatırlar. Bu da onların kendi kendilerine kurdukları bir karar verme mekanizmasıdır; o mekanizma içerisinde siz sadece bir izleyici olabilirsiniz.

21 Şubat 2012 Salı

Oraya yapıver kızım birşey olmaz...


Asansöre bindik; ben ve tanımadığım bir adam daha. Böyle uzun boylu, kumral, gözleri bir yerden tanıdık, sanki iş yerinden birine benziyor gibi ama değil, sanki tanışıyormuşuz gibi samimi, güleryüzlü. Apartmanda birçok kişi benimle aynı asansöre bindiğinde sanki yokmuşum, sanki asansörün duvarına asılmış o minik LCD televizyonun herhangi bir parçasıymışım, sanki hiç yaşamıyormuşum, sanki aynı “6. His” filmindeki gibi onlar yaşıyor ben bir hayaletmişim gibi davranıyorken, bu adamın güleryüzlü yaklaşımı şaşırtıcıydı. Elleri kolları torbalarla doluydu; belli ki sabah evden çıkmadan önce uzunca bir liste tutuşturulmuştu eline. Kat numaralarını gösteren panelde rakamlar teker teker dönerken aşağıya doğru indiğimizi farkettim. Anlam veremedim ama üzerine de düşünmedim. Birden elektrikler kesildi, ortalık zifiri karanlık oldu ve asansör olduğu yere çakılıverdi. Korku içerisinde karnıma, bebeğime tutundum sıkı sıkı.

Küçüklüğümden beri asansörde kalmaktan korkmuşumdur. Bir keresinde, İzmir Küçükyalı’daki evimizin asansöründe kalmıştım bakkal dönüşü. Canım çok dondurma çekmişti, havalar çok sıcak ve kuruydu, neredeyse nefes alırken kuruyordu ciğerlerimiz, elimde dondurmam eve dönmüştüm. Asansörü çağırmış, beni 3.kata çıkarmasını istemiştim nazikçe kat numarasına basarken. O arada daha fazla sabredemeyeceğimi farkedip torba içerisinden kendi dondurmamı açmış yemeğe başlamıştım. İkinci ısırığımda küt diye duruvermişti asansör. Önce dışarıdaki sesleri dinlemiştim; yani sessizliği dinlemiştim aslında çünkü kimse yoktu merdivenlerde. Sonra bir anda, saniyeler içerisinde asansör kabinine dolan sıcak nemli havayı hissettim. Sanki nefes alamıyordum; alıyordum aslında, gerçekten nefes alamasam bayılırdım herhalde ama psikolojik olarak asansör kabini küçülmüş ve dolayısıyla içerisindeki oksijen de azalmıştı. Dondurmam elimden eriyerek yerlere dökülüyordu. Heryer pislenmişti. Bu havasızlık içerisinde yetmezmiş gibi bir de yerlerin pislenmesini  dert etmiştim kendime. İstemsiz ağlamaya başlamıştım. Keşke yerler sadece dondurma damlaları ile pislenecek olsaydı. Ömrüm boyunca unutamayacağım o büyük felakete çok kısa bir zaman kalmıştı. O sırada alarm butonuna basmayı akıl etmiştim allahtan ki uzaklardan insan sesleri duyulmaya başlamıştı. İki saniye içerisinde inanılmaz bir şekilde, sanki yıllardır tuvaletimi tutuyormuşum, bir de üstüne tonlarca su içmişim gibi aniden böbreklerimden mesaneme dolan tuvaletimin baskısı ile sarsıldım. Bu kadarı da acımasızlıktı. Küçücük kabin içerisinde beni strese sokan yeteri kadar faktör varken bir de bunun eklenmesi gerçekten acımasızlıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Annemin kabinin öteki tarafından gelen sesi ile sel olup akan gözyaşlarım biraz olsun durulduğunda kendimi toplayıp “Anne çişim geldi, çok fena, tutamıyorum” diyebilmiştim. Annem de “birşey olmaz kızım bırakıver oraya” demişti. “Ama dondurmam da akıyor yere” diye eklediğimde bu sefer de “ben sana yenisini alırım koy yere, elini de üstüne sil” demişti. Şimdi tek derdim boğazıma basan bu sıcak havasızlıktı ama onunla da sanırım başedebilirdim. Bu konuşmadan sanıyorum bir beş dakika kadar sonra beni o asansörden kurtarmışlardı. Kapı ilk açıldığında etraftaki herkesin, utancımdan kızarmış olan yanaklarımın sıcak hava ve oksijensizlik yüzünden kızardığını zannetmesi bana bir nebze olsun rahat hareket alanı sağlamıştı.

O gün bugündür asansöre binmekten değil de eskaza asansörde kapalı kalmaktan hep korkmuşumdur. Bu sefer de aynı korku ile tutunabileceğim, güç alabileceğim ilk şeye bebeğime sarılmıştım kollarımla. Sonra birden farkettim ki asansörün duvarları artık yoktu ve asansör kabinine bağlanmış bir köprü ile sitemizin önündeki bahçelerden birine çıkabiliyorduk. İnsanlar bize sesleniyor; “buradan geçin” diye bize yol gösteriyorlardı. Kendimi tahta köprünün üzerine attım; köprünün sonunda babamın arkadaşı Namık Amca ile yüzyüze geldim. “Buradan gel kızım, buradan” dedi bana. Az evvel aynı kabini paylaştığım adamı ardımda bırakarak babamın arkadaşının eliyle gösterdiği tarafa doğru yönelirken “babam nerede” diye sordum. Basit, safça bir soruydu. Sıradandı; anlamı yoktu. Eliyle az ileriyi gösterdi. Her taraf hala karanlıktı ama babamı seçebildim. Üzerinde beyaz atleti vardı; hem de hiç tarzı değilken. Eski, güçlü hallerindeki gibi göbeği vardı; ilk göbeğine baktığım için kolayca farkettim. Hiçbirşey söylemeden sarıldı bana. Ciğerlerimde sanki yıllardır tuttuğum havayı dışarı bıraktım. Sanki dünyanın en güvenli yerindeydim o an. Sonra beraber eve doğru yürümeye başladık. Yokuş yukarı tırmandığımız sırada uyandım.

Yatağımda doğrulup da bunun bir rüya olduğunu anladığımda hem içim buruldu hem de tarif edilemez bir mutluluk hissettim. Saat sabaha karşı ikiydi sanıyorum. Son zamanlarda bir şekilde hep aynı saatlerde uyanmayı adet edinmiştim geceleri. Bu da onlardan biriydi. İçim buruktu çünkü bu sadece bir rüyaydı; gerçek olamayacak kadar güzel bir rüya. Mutluydum; çünkü haftalardır içimden geçen olmuştu. Babam gelip sarılmıştı bana. Rüyaların bu kadar gerçek olabileceğini başka biri söylese inanmazdım. Ama şimdi o anı, o kucaklaşmayı, o sıcaklığı, uyanmış olmama rağmen hala hissedebiliyor olmam rüyaların gerçeğe bu kadar yakın oluşuna beni inandırıvermişti. Haftalardır her gece yastığıma başımı koymadan evvel ettiğim belli başlı dualar arasından bir tanesiydi bu da. Dualarımın vazgeçilmeziydi. “Kız çocukları için babaları vazgeçilmezdir” diye bir giriş yapmıştım aylardır üzerine tek bir kelime bile eklemediğim projeme. Evet aynen öyleydi; sadece babaları değil onlarla alakalı olabilecek herşey vazgeçilmezdi kız çocukları için. O an itibariyle geri uyumak istemedim. Gözlerim böyle fal taşı gibi açık, o anın, o dokunuşun, o hayal içerisindeki gerçekliğin tadını çıkartmak istedim. Bir süre sonra istemsiz bir şekilde yer çekimi ve yorgunluğa yenik düşünce göz kapaklarım, uyumuşum.

İkinci uykumda ne gördüğümü sorarsanız hatırlamıyorum ama emin olduğum birşey var ki aynı annemin yıllar yıllar önce o küçücük asansör kabininin öteki tarafından söylediği gibi “birşey olmuyordu bırakıversek olduğumuz yere” ta ki yanımızda bize o cesareti veren bir omuz, bir kol olsun. Dünya üzerinde temizlenmeyecek hiçbir zemin, hiçbir pantalon, hiçbir t-shirt veya üstesinden gelinemeyecek hiçbir sıkıntı yoktu. Yeter ki bize bazı yüklerimizi olduğumuz yere bırakıvermemizi söyleyen biri olsun yanımızda. Yani hala yaşıyorken sevdikleriniz, hala vakit varken ve hala yüklerinizi olduğunuz yere bırakmanız sadece bir saniyenizi alıyorken “birşey olmaz bırakıverin oraya”.

19 Şubat 2012 Pazar

Miskinliğimin Dayanılmaz Ağırlığı



Geç uyandık bugün. Aslında her zamanki gibi gecenin bir yarısı sabah oldu zannedip uyanmış, yatakta bir iki kere döndükten sonra gerisin geri rüyama dönmüştüm. Bütün bir gece içerisinde geçen süre olarak düşündüğümde hiç de anlamlı olmayan bu kısacık anı hesaba katmazsam geç uyandık bu sabah. Daha gözlerimizi açmadan uyandığımızı anladığımız o an vardır ya işte tam da o anda bütün gün üzerimde gezinecek olan miskinlik gelip oturmuştu bacaklarıma. Dünyanın en zor işini yapar gibi yavaş yavaş zorlaya zorlaya göz bebeklerimin üzerine kapanan göz kapaklarımı açıp odamın tavanı ile yüzleştim. Kısa bir süre birbirimizle bakıştık; tavan ve ben. Kadının temizlemeyi atladığı veya görmediği minik ayrıntılar gözüme takıldı; önemsemedim, sağ yanıma sevdiğim adama doğru yöneldim. Karnım çok acıkmıştı, hemen şimdi derhal birşeyler yemek istiyordum. Ben belki saatlerce bu açlık hissine dayanabilirdim ama karnımda minik canavar buna asla müsade etmezdi. Ona bir şekilde sabırlı olması gerektiğini öğretmemiz lazımdı ama nasıl? Bilemedim, işin içinden çıkamadım, çok da fazla kafa yormadım açıkçası, yorsam kesin bir yol bulurdum ama şimdi çözmemiz gereken konu karnımı en hızlı nasıl ve ne şekilde doyuracağımdı. Sevgilim elindeki kitabı başucuna koyup kendini son sürat yataktan attı. Her zaman sabahları benden daha sessiz, daha sakin olan bu adamın mutfaktan gelen müzik seslerine eşlik ediyor olması sabah mahmurluğumdan kurtulmama izin vermedi. Şaşırdım, şaşırdıkça yorgana sarıldım, yorgana sarıldıkça kafamı yastığa daha da fazla gömdüm, yastığa gömüldükçe de daha çok şaşırdım. Sonunda kendim, miskinliğim ve yorgan arasındaki bu sonsuz savaştan sıyrılıp yataktan kendimi dışarı attım. Ayaklarım beni direk mutfağa götürdü. Karnımdaki açlık o kadar hızlı ve güçlü bir şekilde ele geçirmişti ki beni yüzümü yıkamak bile aklıma gelmemişti. Masayı nasıl kurduk, çay hangi ara demlendi, ne zaman pazardan aldığımız dağ mantarlarını doğramaya başladım, ne zaman üzerine yumurtaları kırdık, ve hangi ara başladık kahvaltı etmeye daha idrak edemeden karnımdan önce beynime giden sonra da kulağıma gelen doyma sinyalleri ile kendime geldim. “Pazarcının dediği kadar varmış valla yumurtalar, şahane bir tatmış bu” diye düşünürken kendi kendime yine aynı hızla masayı kaldırdığımı, mutfağı topladığımı ve kendimi salondaki koltuğa bıraktığımı farkettim. Günün gazetelerini internetten okuduk. Sevgilim dün gece gittiğimiz filmle ilgili bir eleştriyi bana uzatarak “Senarist olacak adammışım valla aynı benim dediklerimi yazmış yorumcular” dedi.

Genelde beraber vizyona yeni giren filmleri seyretmek üzere buluştuğumuz ve öncesinde güzelce karnımızı doyurup görüşmediğimiz günlerde neler yaptığımıza, hayatın nasıl geçtiğine dair keyifli, samimi ve naif sohbetler ettiğimiz ve filmimizi izledikten sonra arabalarımıza doğru yürürken filmin kısacık bir kritiğini yaptığımız bizim gibi yeni evli olan arkadaşlarımızla, geçen hafta içerisinde vizyona giren “Fetih 1453” filmine gitmeye karar verdik. Bu bahane ile birbirimizi görmediğimiz o uzun zaman diliminde hayatlarımızda neler değiştiğini konuşabilir, bir nevi hasret giderebilirdik. Buluşmayı ayarladığımızda farkettim ki en son babamın vefatında, İzmir’deki evimizin arka odasında, babamın yastığına kafamı koyup uyumaya çalışırken berabermişiz. Aradan neredeyse dört ay geçmiş. Ne kadar uzun ve ne kadar kısa bir süre. Mecidiyeköy’de bir alışveriş merkezinde buluştuk dün akşam. Planladığımız gibi öncesinde yemek yedik bir yerde. Ne yediğimiz çok da önemli değil, maksadımız muhabbet etmek için zaman yaratmaktı. Heyecanla beklediğimiz bebeğimizden konuştuk, eşimin yeni doğum yapmış kız kardeşi ve bebeğinden dem vurup birkaç resme baktıktan sonra salona doğru yöneldik. O kadar kolaylaşmıştı ki hayat biz insanlar için, en son ne zaman bilet almak için gişede kuyrukta beklediğimizi hatırlayamadım. Şimdi artık online biletler modaydı. Çok da rahattı aslına bakarsanız. Saatler ve hatta bazen günler evvelinden hangi salonun kaç numaralı koltuğunda oturacağımız belliydi. Salonun girişindeki makinadan biletlerimizi alıp filmin gösterileceği salona doğru yürüdük. İki üç dakika sonra salonun kapısını açtılar, havadar, havalandırmalı ve taze bir salona gireceğimi düşünürken burnumun ağır bir koku ile karşılaşmış olması beni kendimden geçirdi. Klimaları, havalandırmaları niye açmazlar ki diye düşündüm kendi kendime. Sinemaya her gidişimde istemsiz olarak, ne amaçla yaptığımı bilmeden tavanlarda gezdiririm gözlerimi; bu sefer de aynısını yaptım. Birden babamla İzmir’de gittiğimiz ilk sinema aklıma geldi. Michael Jackson’ın bir filmiydi oynayan; o zamanlar kime aşıksın deseler Michael derdim sanırım. Koltukların üzerinde onun taklidini yaparak bir oraya bir buraya uçtuğum günlerdi. Şimdilerde çok da hoşnut olmadığını anlayabiliyorum babamın bu tarz bir film için sinemaya gitmekten ama benim için gelmişti ısrarlarıma dayanamayarak. İzmir’deki o zamanların büyük sinemalarından biriydi İzmir Sineması. Kocaman bir salonu vardı; hatta balkon kısmı bile mevcuttu. Opera salonlarına benziyordu bir şekilde. Tavandan sarkan kocaman bir disko topu vardı hiç aklımdan çıkmıyor. Film başladığı gibi o da içinden ışıklar saçarak dönmeye başlamıştı. Tepemde durmadan dönen o ışık hüzmesine mi, Michael’a mı yoksa filme mi bakacağımı şaşırdım. Salondaki çocukların hepsi, ben de dahil, durmadan bağırıyorduk; çılgınca. Sonralarda cep sinemalarının sektöre katılmasıyla beraber o kocaman heybetli çocukluğumun İzmir Sinemasını tamamen ticari kaygılarla birçok küçük cep sinemasına böldüler. Artık eskisi gibi zevk vermeyen bir salondu. Elimi ayağımı çektim. Sanırım çoğu kişi de aynı şekilde düşünmüş olacak ki artık ne sinema kaldı ne de esamesi.

Gittiğim uzak hatıralardan filmin ilk sahnelerinin dönmeye başlamasıyla sıyrıldım. Güzel başlamıştı film, birkaç eleştri okumuştum sosyal medyada acaba doğru mu çıkacaktı eleştriler, bakalım nasıl devam edecekti. İlk yarım saati büyük bir beklenti içerisinde ha şimdi ha şu anda diyerek geçirdikten sonra film içerisindeki durağan diyaloglar arasında Bizans imparatorunun başka hangi dizide oynadığını hatırlamaya çalışırken gözlerimin bir an için kapanmasına mani olamadım. Kısa bir süre içim geçti sanıyorum ki kendime geldiğimde çok da fazla ilerlememişti film. Birden bire nasıl olduğunu anlamadan bütün bir salon bir aşk hikayesinin içinde bulduk kendimizi. O konuya nasıl geldik ben hala çözebilmiş değilim. Fetih konulu bir filmde Ulubatlı’nın aşkını seyrediyor olmak zaman ve kare kaybı değil miydi diye kendime kendime düşünürken ışıklar yandı. Derin bir iç çektim; yerimde hafiften doğruldum ve kendimi salonun önüne temiz havaya attım. Tarih bilgilerimden hareketle ikinci yarının savaş sahneleri sayesinde daha hareketli geçeceğini umarak kısa bir tuvalet molası sonrası salona geri döndük. Emin olduğum birşey vardı ki Ulubatlı’yı oynayan çocuk Mehmet’i oynamalıydı. Filmde Mehmet’i canlandıran çocuk bir şekilde ya senaryo icabı ya da repliklerin yetersizliğinden silik kalmıştı. Oysaki Ulubatlı’nın bir havası bir duruşu bir karizması hakimdi filme. İkinci yarı başladı, savaş sahnelerinin kalitesi harcanan paranın karşılığını veriyordu bir şekilde. Güzel olmuştu iyiydi ama eksikti. Kuşatma kısır bir döngünün içine girdiğinde birdenbire tepelerden yürütülen gemiler perdeye yansıdı. Şaşırdım, donakaldım. Böylesine bir buluşun, bu şekilde sıradanlaştırılmış olması garibime gitti. Az çok tarih ve tarihi roman okuyanların da bilebileceği gibi gemilerin karadan indirilmesi olayı tamamiyle bir ekip çalışması, müzakere ve Mehmet’in üstün zekasının ürünüydü. Bunların es geçilmesi ve üç saat süren bir filmde gereksiz aşk meşk ayrıntılarından bir zahmet bir iki kare ayırmayıp böylesine bir zekanın sıradanlaştırılması filme olan inancımı tamamen kaybettirdi. O dakikadan sonra filmi sadece bir savaş filmi gözüyle izlemeye devam ettim. Filmi o şekilde izleyince daha zevkli geçmişti kalan dakikalar. Üç saatlik bir filmde en azından Mehmet’in üstün zekasına, eğitimlerine, becerilerine, askerlerin nasıl yetiştirildiğine, aslında nasıl cengaver olduklarına, velhasıl birazcık daha belgesel tadı verilerek tüm bu tarihi ayrıntılara yer verilebilirdi. Çünkü çok da umurumda değildi Ulubatlı’nın kime, ne şekilde aşık olduğu. Yine de türünün ilk filmi olarak buna da şükür diyerek eve dönmüştük. Uyuduğumuzda sanıyorum saat sabaha karşı ikiyi bulmuştu. Onun için de sabah geç uyanmıştık.

Günün geri kalanını salonda bana ayrılmış koltukta uyuklayarak, kilerimi toplayarak, yazmayı planladığım cümleleri bazen sadece kelimeleri bir yerlere not ederek geçirdim. Hamile kaldığımdan beri soğudum spordan eşim asla vazgeçmemişti. Ona imreniyordum her seferinde; bu azmine, ne kadar yorgun olursa olsun apar topar giyinip kendini o spor salonuna götürebilmesine. O eve geldiğinde ben de işlerimi bitirmiş yine karnımdan gelen o acımasız, o canavarımsı sinyallere boyun eğmiş ne yesem diye düşünüyordum. Cumartesi günü pazardan aldığımız çinekopları fırına atıp, yanına domates ve sarmısaklı roka salatasını da yaptıktan ve kalamarları yağdan aldıktan sonra salona hazırladığımız sofrada yerlerimizi aldık. Günü böyle bir sofrada sonlandırmak gibisi yoktu. İçime bir huzur doldu. Bir kez daha doğru yerde ve doğru şekilde var olduğuma inandım. Olmam gereken yer burasıydı; ötesini düşünmek bile işkence olurdu sanki. Ama içime doğan bu huzur bile gün boyu ayaklarımın üzerinde oturan o şişko miskinlikle baş edemedi. Kafamı yastığıma koyup her an uyumaya hazır bir pozisyonda size bu satırları yazdım. Şimdi biraz da miskinliğimle başbaşa kalma zamanıdır.