20 Mayıs 2012 Pazar

KOMMAGENE - URFA


Sabah erkenden çalan alarmın o saç baş yoldurucu sesi ve ısrarı ile zar zor kendimi yataktan atıp beni deli eden bir mide bulantısı ile kendimi tuvalete kapadım. Vücudumun yönetimini tamamen ele geçiren ve dur kalktan anlamayan bu hormon ayaklanması her sabah midemde olmayan şeyleri dışarı atma çabası ile beni tuvalet köşelerinde esir ediyordu. Bu sabahın da hormon ayaklanmasını başarı ile savuşturduktan sonra diğerlerinin henüz kalkmamış olmasını avantaj bilip kendimi duşa attım. Ayılmamı sağlayacak başkaca bir yol yoktu sabahın bu saatinde. Duş sonrası ayılmış, kendine gelmiş, midesindeki ayaklanmayı bastırmış ve yenilenmiş bir şekilde odama çekilip giyinmeye başladığımda ev ahalisinin daha yeni uyanır olduğunun sinyallerini veren ayak sesleri ile kaplanıverdi koridor. Yarım saat içerisinde de kendimizi kapının önünde annemlerle vedalaşırken bulduk. Bekle bizi Peygamberler Şehri; biz geliyoruz...



Yola çıkmadan evvel de kahvaltımızı, Antep’in vazgeçilmez tatlarından birisi olan Beyran ile yaptık. Beyran, et suyu, pirinç, gerdan, sarımsak ve çeşitli baharatlardan oluşan, yüksek ısıda kaynatılarak hazırlanan, içerken genzinizden midenize kadar o baharatları ve sıcağı hissettiğiniz, yöreye özgü ve sabahları içilen bir çorbadır. İlk denememde, acısız diye belirtmediğim için bana normal acılı Beyran servis edilmişti ve o ilk kaşıkta yaşadığım acı şokunu size anlatamam J Acı sevenler için vazgeçilmez bir şölen olduğu kaçınılmaz. O gün sabah ise tecrübeli olmanın verdiği avantajla kendime acısız beyran sipariş ederek bu tarif edilemez lezzetin keyfini sürdüm. Beyranlarımızı da içtikten sonra Urfa’ya doğru yolculuğumuza devam ettik.

Yolculuğumuz boyunca hem yolda gördüklerimizin fotoğrafını arabanın camından yakalamaya çalışıp hem de elimizdeki telefonlardan bu toprakların tarihi ile ilgili bulabildiğimiz bilgileri birbirimize okuyorduk. Daha ziyade, ben telefondan araştırma yapma konusunda biraz başarısız olduğum için, ön koltukta seyir halinde olan ve neredeyse konuştuğumuz her konuda bir kere bile olsa telefonunu çıkarıp google dan araştırma yapan Gogo’ya paslıyordum bu işi. “Gogo bu gölün hikayesi neymiş”, “Gogo kommagene neresiymiş tarihi neymiş, bir bakıversene” şeklindeki emrivakilerime ilk başlarda hiç hayır demeden yanıt veren canım arkadaşımı yolculuk sonuna doğru bezdirecektik J



* Sınırları Malatya, Adıyaman’dan dönemin efsanevi kentlerinden Zeugma’ya kadar uzanan Kommagene uygarlığı, Dicle ve Fırat nehirlerinin yukarı kıyılarında kurulmuş. Krallık, Toros Dağlarındaki çeşitli yolların birleştiği bir noktada, Suriye’nin kuzeyi, Hatay, Pınarbaşı, Kuzey Toroslar ve doğuda Fırat Nehri’nin çevrelediği Adıyaman, Kahramanmaraş ve Gaziantep illerini kapsayan bir coğrafyaya yayılıyormuş. Bu uygarlık, tarihi kayıtlarda ilk kez M.Ö.850 yılları civarında görülmeye başlanmış. M.Ö. 700 yıllarında bir Kommagene kralı Asurlulara başkaldırmış ama Asur kralı Kommagenelileri yenmiş ve onları bugünkü Irak sınırına kadar sürmüş. M.Ö.600 yıllarında Babilliler Asurluları yenilgiye uğratmış ve sonradan Kommagene uygarlığının başkenti olacak Samsat’da son kez savaşmışlar. Bu savaşta da, Babilliler Asurluları yenmeyi başarmış. Kommagene halkı M.Ö.550 yıllarında önce Babillileri yenen Perslerin sonra da Persleri yenen Büyük İskender’in ordularının istilasına tanık olmuşlar. En nihayetinde, M.Ö.130 yıllarında Kommagene krallığı bağımsızlığını kazanmış. Kommagene uygarlığının tamamen kendine has bir sanat anlayışı varmış. İçerisinde farklı kültürlerin, geleneklerin, farklı diller konuşan insanların, doğu ve batı halklarının bir potada eridiği bu topraklarda, sanat da Yunan ve Pers sanatlarının bir senteziymiş. Kral Antiokhos sanata destek vermiş. Öyle ki meclisinde sanatçıları ve bilginleri toplarmış. İşte dağın zirvesinde yer alan o görkemli heykeller Kommagene sanatının ihtişamını gözler önüne serer niteliktedir. Bu sırada, topraklarda yeni bir tehlike belirmiş. Romalılar batı Anadolu’ya adımlarını atar atmaz Bythinia, Pisidia, Galatia ve Cappadocia gibi krallıkları ele geçirmeye başlamışlar. M.Ö.80 yıllarında Bythinia ve Pisidia’yı egemenliklerine almışlar. Aynı sıralarda Partlar da Kommagene sınırına varmışlar. Romalılar M.Ö.70 yıllarında en büyük düşmanları olan Pontus Krallığını devirmişler. Arkasında Pontus’un güçlü müttefiki Arm Krallığını yıkmışlar ve fetihlerini tamamlamak için bölgede kalan son bağımsız krallık olan Kommagene’ye yönelmişler. Bu küçük krallığın ele geçirilmesi onlara hiç de zor gözükmemiş. Ancak Kommagene ciddi bir şekilde direnç göstermiş ve bu topraklarda çatışmalar sürmüş. Ancak Kral Antiokhos’un ölümünden sonra yerine oğlu 2. Mithridates geçmiş. Kral Antiokhos ise Nemrud tapınağına tahminen babasının yanına gömülmüş. Fakat artık Kommagene krallığı Roma İmparatorluğuna denk değilmiş. Kommagene önce Suriye’nin uydusu, sonrasında da eyaleti haline gelmiş. Kommagene son olarak Kral 4. Antiokhos zamanında kısa da olsa bağımsız kalmayı başarmış ama Kral 4. Antiokhos da M.S.71 yıllarında Roma ordusuna yenik düşmüş. Kommagene ordusu Roma ordusuna dahil edilmiş ve gelecekte çıkabilecek isyanları önlemek için Kommagene uygarlığının yüceliğini anlatan binalar ve heykeller yıkılmış. Kommagene’nin yıkılışı ile Nemrud Dağı’ndaki tapınak da yıkılmış ve Nemrud Dağı uzun uykusuna dalmış. Dağın keşif öyküsü Osmanlı’nın Almanlarla ortak olarak inşa ettiği Anadolu-Bağdat Demiryolu yapımı sırasında Alman Mühendis Karl Sester’in Malatyalı köylülerden duyup, onlarla beraber tırmandığı Nemrut Dağı zirvesindeki dev heykelleri görmesiyle başlamış.



Bu bilgileri de aldıktan ve bunları dinlerken yolda bir dizi fotoğraf çektikten sonra Urfa’ya ulaşmıştık. Urfa’ya her gidişimde mistik bir duygunun beni kapladığını düşünürüm; bu sefer de farklı olmadı ve o mistik hava içerisinde kendimi kaybettim J Gördüğüm her kareyi deli gibi çekmek istiyor; iki saniyede bir makinanın çıkardığı klik-klik sesleri ile önümü bile görmeden yürüyordum. Urfa’da ziyaret edeceğimiz yer Balıklı Göl idi. Direk oraya yöneldik. Haftaiçi olması ve bayram seyran olmaması nedeniyle oldukça boştu ve rahat rahat yürüyebiliyorduk. Balıklı Göl’ün kenarına varınca, yanımdaki minik çocuğun balıklara attığı bir avuç yeme balıkların çılgın gibi atlayışı hala gözümün önünde J



Balıklı Göl’ün efsanesi ise şu şekilde...Nemrut zulmü ile çevresine korku ve dehşet saçıyormuş. Bir gece bir rüya görmüş ve bunu din adamlarına yorumlatmış. O yıl doğacak çocuklardan biri Nemrut’u öldürecekmiş. Bunun üzerine Nemrut o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesi emrini vermiş. O yıl İbrahim peygamberin annesi Sara Hatun kaçmış ve bir mağaraya gizlenmiş. Burada çocuğu doğurmuş ve çocuğu oraya bırakmış. Çocuğu dişi bir ceylan emzirmiş. Aradan zaman geçince askerler İbrahim peygamberi mağarada bulmuşlar ve Nemrut’a getirmişler. Nemrut bu çocuğu sevmiş ve yanına alıp büyütmüş. İbrahim peygamber ise bir süre sonra Nemrut’un zulmünü ve putlara tapışını ve halkı da buna zorlayışını görmüş ve putların Allah olmadığını söylemiş. Halka bunu anlatmış. Nemrut’un evlatlığı Zeliha ona inanmış ve o da Nemrut’tan çok korkuyormuş. Bir tören günü İbrahim peygamber sarayın putlar bölümüne girmiş ve bütün putları parçalamış, elindeki baltayı da en büyük putun üstüne asmış. Törenden dönenler endişeyle durumu Nemrut’a haber vermişler. Nemrut gelmiş ve İbrahim peygamber demiş ki balta onun elinde demek ki bunu o put yaptı. Nemrut sinirlenip bu nasıl olur diye haykırmış. İbrahim peygamber de demiş ki anlatmak istediğim budur, siz kendi ellerinizle yaptığınız putlardan medet umuyorsunuz, sizi korumasını bekliyorsunuz. Sinirlenen Nemrut ve diğerleri onun üzerine yürümüşler ve Nemrut İbrahim peygamberin yakılmasını emretmiş. Har taraftan odun toplanmış ve Halilürrahman Gölü’nün bulunduğu yerde yığılmış. Nemrut’un kalesinin kuzeyine iki sütun yaptırılır ve İbrahim peygamberin buraya gerilerek halatlarla ateşe fırlatılması düşünülür. Bu sütunlar, Urfa kalesindedir ve 7 kişi bu sütunları ancak sarabilir. Ve bu sütunlara mancınık denir. En sonunda İbrahim peygamber bu sütunlara gerilir ve fırlatılır. Odun yığınlarının arasına düşer düşmez ateş yerine burası göl olur; odunlar da balığa dönüşür. Balıklar yandıkları için üzerlerinde kara lekeler bulunur. Göle Halilürrahman Gölü denir. Zeliha’nın gözyaşları ile oluşan küçük göle de Aynızeliha (Zeliha’nın gözyaşları) denir. Halk inanışlarında bu göl ve balıklar kutsal sayılmaktadır; ve bu balıklara dokunanların öleceğine, ya da başlarına bir bela geleceğine inanırlar.





Biz de balıklı gölden başlayıp aynı bahçe içerisinde yer alan ve İbrahim peygamberin doğduğu mağara olduğunu söyledikleri mağarayı gezerek Urfa’da gezeceğimiz yerleri noktalamış olduk. Bu sırada, Balıklı Göl’de karşılaştığımız ve fotoğraf çekilmeyi ihmal etmediğimiz Kahtalı Mıçı ise turumuzun süprizi oldu diyebilirim J

Bir dip not olarak sadece şunu belirtmeliyim ki halk tarafından kutsal olarak görülen bu mekanlar, malesef yine aynı halk tarafından pek de kutsala yakışır şekilde ağırlanmamaktalar. Özellikle mağara ve içerisinde kutsal olarak adlandırdıkları suyun önünde yaşanan arbedelere tanık olduktan sonra halk olarak “kutsallık” anlayışımızı sorgulamaya başladım diyebilirim.




Urfa’da gezmeyi planladığımız yerleri bu şekilde tamamladıktan sonra şimdi sırada yemeği nerede yiyeceğimize karar vermek vardı. İçinde bir fıskiye ile suların dağıtıldığı havuzun kenarında çaylarımızı yudumlarken yapılan birkaç telefon görüşmesi akabinde gidilecek yere karar vermiştik. Midemizden gelen gurultularla beraber karşılaşacağımız o enfes kebap görüntülerini gözümüzde canlandırıyorduk J Yolun sonunda şirin bir bahçesi olan iki katlı Dedecan Restaurant'a vardık ve sevgilimin müdahelesi ile siparişleri verdik ve bu enfes ziyafetin tadını çıkardık. Kebabın ve etin tadını bu kadar içesine aldığım bir başka yer yoktu sanıyorum şimdilik. Ben böyle düşünüp ellerimle kebaba yumulurken, ilerleyen günlerde Hatay’da tadacağımız o enfes lezzetleri ve masada kendimizden geçişimizi daha yaşamamıştım tabii ki J Orada yaşadıklarımız ise bir başka yazının konusu olacak J

Urfa’dan midemiz ve fotoğraf makinalarımız dolu bir şekilde dönüş yaparken arabada dört baygın kişi olarak ertesi günün planlarını yapmaya koyulmuştuk bile. Ertesi gün Adıyaman’a gitmeye karar vermiş ve tüm planlarımızı buna göre hazırlamıştık. Ama sonra ne mi oldu? O da bir sonraki bir yazının konusu diyor ve To Be Continued diyerek bu yazıyı noktalıyorum J

* Bu paragrafta anlatılan bilgilerin tümü http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/kommagene_krall%C4%B1%C4%9F%C4%B1 sitesinden elde edilmiştir.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

KOMMAGENE - ANTEP



Yolculuğumuza Gaziantep’ten, Kommagene Uygarlığı sınırlarının içerisinde olmasa da, sınırlarının yakınlarına kadar uzandığı, “Doğu’nun Parisi” diye adlandırdığımız o inci şehirden başladık. Gece yorgun argın eve varmış olmanın ve tatile çıkmış olmanın verdiği rehavetle akşam şöyle derin bir uyku uyuduktan sonra sabah sisli bir Antep sabahına uyandık. Pencereden kafamı uzatıp baktığımda burnumun ucunu bile görmemi engelleyen koyu, pamuk gibi bir beyazlığın tam ortasında buldum kendimi. Tam anlamıyla inanılmaz ve tarif edilemezdi. Yüreğimi, yaptığı planları suya düşmüş bir çocuğun burukluğu kaplayıverdi aniden. Günün gezi, yeme, içme, fotoğraflama planları kötü hava şartlarına yenik mi düşüyordu ne...Apar topar üzerimizi değiştirip tatil için bize katılacak olan arkadaşlarımızı havalimanından almak üzere yollara düştük. Evin önüne çıktığımda yüzüme çarpan soğuk hava içimdeki endişelerin artmasına sebep oldu. Arabaya bindiğimde üşüyen parmak uçlarımı sevgilimin o sıcacık avuçları arasında ısıtmaya çalışırken cama düşen yağmur damlaları içimdeki endişeyi doruk noktasına taşıdı. Korkumu, burukluğumu daha fazla içimde taşıyamayıp bir anda konuşmaya başladım; arabadaki sessizliği uykulu ve paslı sesim yırtıp geçti. “Şansa bak yaaa gezemeyecek miyiz şimdi” diye söylendim kendi kendime camdan dışarı bakarken; sesimin bu kadar yüksek ve ağlamaklı çıktığını farketmemiştim. “Canım birkaç saate düzelir meraklanma” diye uyandığımdan beri endişe ile cayır cayır yanan yüreğime su serpti sevgilim. Koşulsuz ona inanmaya ve anın tadını çıkarmaya karar verdim. En nihayetinde işin özü tatildeydik; bu durumun kendisi bile mutlu olmak için yeterli bir sebepti.

Arabayla havalimanına doğru yol alırken, geçtiğimiz semtler, o semtlerde görsel hafızamla yakaladığım değişiklikler, arabadaki sessizliği nadiren böldüğümüz “aaa buraya şunu yapmışlar, baksana ne kadar değişmiş, burayı yıkmışlar”la başlayan ve devam eden kısa cümleler ve tüm o değişikliklere eşlik edercesine gözümde canlanan anılar suskunluğuma sessizlik katarken çoktan havalimanına geldiğimizi farkettim. Uçak, hava şartları yüzünden gecikmeli inecekti. Kontağı kapatıp arabada beklemeye başladık. Uykum yavaş yavaş açılıp dilim çözülmeye başlarken karnımdaki canavar da uyanmaya hazırlanıyordu. Midemin kazındığını hissettim.

Yarım saate yakın bir bekleyişten sonra uçağımız alana inmiş, hava bir nebze olsun düzelmiş, ve çıkış kapısında arkadaşlarımızla buluşabilmiştik. Yüzümüzün her bir santimini kaplayan kocaman gülümsemelerimizle gezimize başlamak üzere eve doğru yol aldık. Bugün kısa ve kompak bir gün olacaktı ve kahvaltıya evde başlayacaktık.

Eve vardığımızda sofrada bizi Antep peyniri, yeşil çizik zeytin, süt kaymağı, tırnaklı ekmek ve kübban ekmeği, bol baharatlı ev sucuğu ve kahvaltı sofralarının diğer vazgeçilmezleri karşıladı. Bir buçuk saate yakın kahvaltı sofrasından kalkmayıp tıka basa karnımızı doğurduktan sonra anladık ki bu gezi tam anlamıyla bir gurmeturizmi olacaktı.





Kahvaltı sonrası fotoğraf makinalarımızı da aldığımız gibi yollara düştük. İlk durağımız, restorasyonu yeni tamamlanmış ve içerisi bir müzeye dönüştürülmüş Antep Kalesi oldu. Kalenin girişi de çıkışı da aynı kapıdan sağlanmıştı. Kapıdan girdikten ve biletleri alıp turnikelerden geçtikten sonra yerleri kırmızı halı ile kaplanmış uzunca bir yolda ilerlemenizi sağlayan ve başkaca yerlere sapmanızın engellendiği, yol boyunca da çeşitli kabartmalar ve görsellerle Gaziantep’in tarihinin anlatıldığı bir müze olarak tasarlamışlardı kalenin içini. Yol kalenin tamamını dolaşmasa da yine de görsel anlamda kısa ama keyifli bir yolculuktu diyebilirim.
Kaleyi bitirdikten sonra, günü çok fazla yorulmadan atlatabilmek için, rotamızı Bakırcılar Çarşısına doğru çevirdik. Kale ile aynı ada içerisinde yer alan Bakırcılar Çarşısı bizim için olmasa da arkadaşlarımız için enteresan bir deneyim olmuştu. Çarşı içerisinde yavaş yavaş dolaşırken kapı önlerinde bakır işleyen, küçük dükkanları içerisinde ney üfleyen esnafları fotoğraflamaya çalışıp el emeği ile özenle işlenmiş o bakırlara göz gezdirdik.







Çarşının sonunda Tütün Hanı’nı da ziyaret edip hem soluklanmak hem de tabanlarımızı dinlendirmek için Elmacı Pazarı yakınındaki Tahmis Kahvesinde soluğu aldık. Tahmis Kahvesi, 1635 yılından beri hizmet veren, içeriye girdiğiniz andan itibaren sizi eski semt kahvelerinde hissettiren, iyi bir makinanız varsa mükemmel fotoğraf kareleri yakalayabileceğiniz dinlendirici bir mekan. İçerisine tarihin kokusu sinmiş böyle bir mekanda yöresel lezzetleri tatmamak olmaz deyip kendime bir menengiç kahvesi söyledim. Benimle beraber diğer arkadaşlar da menengiç kahvesi söylediler. Gezimizin bir başka gününde yine soluklanmak için Tahmis Kahvesinde mola verdiğimizde yeşil elma çayı ve zahter çayını da deneme fırsatımız oldu. Çay ve, böylesi keskin ve belirgin tatlarla pek aram olmadığından sadece yeşil elma çayını denemek ve zahter çayından bir yudum almakla yetindim. Diyebileceğim şu ki Tahmis Kahvesine geldiğinizde bu tadları muhakkak denemelisiniz. Çıkarken muhakkak bu lezzetlerden birer kutu alıp yanınızda getireceğinize dair şimdiden yemin edebilirim J








Yeteri kadar dinlendiğimize ve benim yeteri kadar fotoğraf çekmiş olduğuma kanaat getirdikten sonra, bir sonraki durağımıza, Dürümcü Recep Usta’ya doğru yolumuza koyulduk. Daha sabah yediklerimiz burnumuzda dururken Recep Usta’nın kapısından içeri adımımızı atar atmaz bizi kendimizden geçiren o muhteşem nohut kokusu ile karşılaştık. Ne kadar tok olsam da bu lezzete hayır diyemezdim; demedim de J Hem hamilelik sebebiyle hem de kişisel olarak acıdan fazla haz almadığım için kendi nohut dürümümü acısız sipariş ettim. Dürümlerimizi bitirdiğimizde bu vazgeçilmez lezzet ile midelerimiz bayram yaparken haddinden fazla yemiş olmanın verdiği rehavetle her birimiz masanın bir köşesine yıkılıp kaldık J O an hepimizin aklından geçen akşam yemeğini nasıl yiyeceğimizdi J Malum, akşam yemeğimizi annem Emel Sultanın o eşsiz lezzetleri eşliğinde yiyecektik ve o masada asla doydum demek, yemek tırtıklamak olmazdı J
Onca yemek sonrası, akşam bir de enfes yuvalama eşliğinde biber dolmalarımızı ve lahmacunlarımızı da mideye indirip çay faslına geçtiğimizde çoktan tükenme sınırına gelmiştik J





Akşam odalarımıza çekildiğimizde içimizde huzur, midemizde tüm gün yediklerimiz, yüreğimizde tarif edilemez bir mutlulukla uyuyakaldık. Ertesi gün için hepimiz hazır ve nazırdık. Sabah erkenden Peygamberler Şehri Urfa için yola koyulacaktık.

15 Mayıs 2012 Salı

KOMMAGENE


Her tatil dönüşünüzde yakınlarınız "yediğiniz içtiğiniz sizin olsun gezdiğiniz gördüklerinizi anlatın" derler ya hep; bu gezimiz için malesef gezip gördüklerimizin yanında çoğunlukla ve hep yiyip içtiklerimizi anlatacağım sizlere :)

Hamileliğimin sonlarına doğru, bebişimiz geldikten sonra bir daha böyle bir geziye uzunca bir süre zamanımız ve imkanımız olmaz düşüncesiyle planımızı yapıp uçağa atlayıp minik bir GAP turu yapmak üzere eşimin memleketine Antep'e (nam-ı değer Ayıntap) uçtuk. Tatil programımız aynı bir tur mantığı ile hazırlanmış, hangi gün nereye gideceğimiz nereleri göreceğimiz ve dahası nerede neler yiyeceğimiz haftalar öncesinden belirlenmişti. Şaka maka bunu hazırlarken içimden çoğu zaman hayatımın bir yerinde muhakkak bu tur işine girmeliyim diye geçirip durduğum anlar oldu :) En nihayetinde elimizde yapılacaklar listemiz, sabah kaçta kalkılıp evden çıkılacağına kadar her anımız planlanmış bir şekilde Antep'teki evimize ulaştık. Bu gezi aynı zamanda bize uzun süredir görüşemediğimiz ve hasret kaldığımız akrabalarımızı kısa süre de olsa görme imkanı sağlamıştı. Onlarla beraber oturup aynı masada aynı yemeklere kaşık attıkça ruhumun derinliklerinde derin bir "ohhhhh" çektim; huzur, mutluluk bu olsa gerekti.

Yani size bu yazı dizisinde, Antep-Urfa-Adıyaman-Nemrut u içerisine alan o büyük Komagene imparatorluğu topraklarında yaşadıklarımızı, yediğimiz o unutulmaz yemekleri, gördüğümüz ve binlerce yıl öncesinde yaşamış o insanların o zamanın imkanlarıyla meydana getirdikleri o şahane mekanları anlatıyor olacağım.

Çektiğim resimleri de bilgisayarıma yükledikten sonra Antep'ten başlamak üzere o büyüleyici anları sizlerle sırasıyla paylaşıyor olacağım :) az biraz sabır :)

Umuyorum ki orada bir yerlerde bu sayfayı takip eden birileri varsa, bu yazı dizisinden sonra yollarını bir şekilde o topraklara düşürürler.

TO BE CONTINUED...

:)

14 Mayıs 2012 Pazartesi

ANNELİK MANİFESTOSU


Aylar öncesinde, ilk defa hamile kaldığımı öğrendiğim günlerde, masa başında çalışırken bir anda içimden geçen, öncesinde unutmamak için telefonuma not aldığım sonrasında da facebook sayfamdan paylaştığım, işte bu maddelere verdiğim isimdi Annelik Manifestosu...

1-Doğduğun andan itibaren seni sadece sen olduğun için seveceğim ve yargılamayacağım. 
2-Bana veya babana benzemediğin, veya çevremizdeki herhangi başka bir çocuk gibi olmadığın için seni suçlamayacağım.
3-Her sabah senden önce kalkıp kahvaltını hazır edecek, her akşam da sana sıcacık yemekler pişireceğim.
4-Hiçbir şartta ve koşulda, veli toplantılarından sonra göz yaşına katık edilmiş patates yemeği yapmayacağım.
5-“Benim diğer annelerden farkım ne? Ne eksiğim var?” tarzında kinayeli soruları senin başarısızlıkların için değil ancak ve ancak diğer annelerin benden daha güzel, daha zayıf ve daha bakımlı olmaları şartı ile kullanacağım.
6-Evde istediğin kadar vazoyu kırmana, çiçekleri kurutmana, duvarları çizmene, ve kendine zararı dokunmayacak her türlü yaramazlık aktivitesi içerisinde bulunmana karşı çıkmayacak; terlikli füze çalışmalarımı senin üzerinde denemeyecek; bana çektiysen eğer muhtemelen gülerek karşılamana sebep olacak çığlıklar atmayacağım.
7-Ödevlerini sen yorulduğunda senin adına bitireceğim ve öğretmenin hiçbirşey anlamayacak.
8-Aşık olduğunda ve babandan muhtemelen korktuğunda yanında olacak ve seni sonuna kadar anlayacağım.
9-Okuldan, dersaneden, yurttan kaçmalarına, nereye gittiğini bilmem şartı ile göz yumacak görmemezlikten geleceğim.
10-Arkadaşlarınla partilere gitmene izin verecek, babanla beraber yan masanızda oturup seni zor durumda bırakmayacak, en azından bizi göremeyeceğiniz kadar uzaktaki bir masada oturacağım.
11-Yaz tatillerinde eve son giriş saatini 00:00 olarak sabitlemeyecek, önceden söylemen, evde olacağın saati bildirmen ve bunu alışkanlık haline getirmemen kaydıyla eve giriş-çıkış saatlerini serbest bırakacağım.
12-Matematiği sevmen konusunda seni zorlamayacak matematik sınavlarından aldığın kırık notlara gülüp geçeceğim.
13-Okula kendin gitmek istediğinde seni zorlamayacak, okuldan iki durak önce seni bırakmamız konusunda seninle anlaşma yapacağım.
14-Lise çağına kadar arkadaşlarınla yapacağın sinema ve yemek organizasyonlarında seni ilgili buluşma alanının önüne kadar bırakmayacak, en azından buluşma yerini görebilecek mesafede bir noktada seni bırakacağım.
15-18 yaş doğumgünü hediyen olarak seni ehliyet kursuna yazdıracağım.
16-Asla ve asla sigara içmene, alkol alıp kendinden geçmene, cep telefonunun kapalı durmasına ve motorsiklete binmene izin vermeyecek, bu hareketlerine müsamma göstermeyeceğim.
17-Çok iyi bir üniversitede okumanı istesem de, nice iyi üniversite mezunlarının bazılarında aslında zeka olmadığını bu yaşıma kadar idrak etmem dolayısıyla kazandığın üniversitenin ismiyle seni yargılamayacak ve kendi zekana güvenmeni sağlayacağım.
18-Arkadaşlarınla buluştuğunda deliler gibi merak etsem de zırt pırt seni aramayacak ve her seferinde “Neredesin?” gibi saçma bir soru sormayacağım.
19-Eve geç geldiğinde ve pişmanlığın gözünden okunduğunda seni babanın şerrinden koruyacak ve gizlice odana sokacağım.
20-İlerde Biyoloji dersinde DNA lar bölümünde de sana öğretileceği gibi hem benden hem de babandan bir takım genler taşıyor olacaksın. Ama buna rağmen ayrı bir ruhun, zevklerin, dünya görüşün, yorumların olacak; bunu şimdiden biliyor, kabulleniyor ve bunlarla ilgili seni sen olarak kabul edeceğime dair şimdiden söz veriyorum.
21-Bir ömür boyu, sen istediğin sürece, annen olarak senin kölen olacak ve sana itaat edeceğim.
22-İşbu maddeler de benim Annelik Manifestomdur.

İstanbul / Ocak 2012