20 Kasım 2012 Salı

KOMMAGENE - YAVUZELİ

Üçüncü günün sabahı, bu sefer Nemrut'a gitmek amacıyla, yolun da uzaklığını hesaba katarak sabahın erken saatinde evden ayrıldık. Amacımız direk Nemrut'a gitmek ve günümüzü orada bol bol fotoğraf çekerek geçirmekti. Her zamanki gibi fotoğraf çekme tutkusunun ele geçirdiği bedenimle evden çıkarken yanıma aldığım tek şey yine tatilimizin vazgeçilmezi fotoğraf makinamızdı. Tam da bu noktada yeri gelmişken makinanın sahibi Hakan'a ve onu turumuza katmayı başaran Gökhan'a teşekkür etmeden geçemeyeceğim :)

Neyse, hepimiz arabadaki yerlerimizi alıp arabanın tekerleri dönmeye başladığında yine zalim reflü midemden boğazıma doğru yavaş yavaş hissettirmeden harekete geçmişti. Ama bu sabah hazırlıklıydım; ilacım yanıbaşımda, elimin altındaydı. Sinsi bir gülümseme ile ilacımdan bir kaşık içip içten içe reflüme "Seni yendim" dedim gülerek. Sabahın o erken vaktinde Antep'te sokaklar bomboştu; terkedilmiş değil de sanki uykudaymış gibi bir izlenimi vardı şehrin. Sanki uykunun sonuna gelmiş de her an gözlerini açacak gibi...Sokakların bu sessizliğini ve dinginliğini de kar bilerek çabucak çıkmıştık şehirlerarası yola.


Yine elimizde akıllı telefonlarımız internetten yol, yol üzeri ören yeri, müze, restoran araştırması yaparken önümüze, bir gece önce bizde muhabbet ederken eşimin kız kardeşinin kocasının bahsettiği ve muhakkak vaktimiz olursa gitmemizi önerdiği Yavuzeli tabelasını gördük. Tabelada yazan km yi kaç dakikada alabileceğimizi, orada ortalama ne kadar zaman vakit geçireceğimizi hesapladıktan ve bu hesaba göre Yavuzeli'ne girsek bile her halükarda istediğimiz saatte Nemrut'ta olabileceğimize kanaat getirdikten sonra rotamıza Yavuzeli'ni de ekleyerek yönümüzü oraya çevirdik. Ancak yolun sonunda nasıl muhteşem bir yerle karşılaşacağımızı bilmediğimizden, bu şuursuzlukla yaptığımız saat hesabı da günün sonunda tutmayacaktı :)


Kendimi Bosna'nın köy yollarında hissettiren bu dar, neredeyse patika denebilecek yolda, sıra sıra köyleri, arsaları geçerek tam bir merak içerisinde yola devam ettik. En nihayetinde, artık hiçbirşeyle karşılaşmayacağız galiba boşuna geldik buraya kadar diye düşünürken bizi muhteşem Fırat manzarası karşıladı. O an, o tepenin ardından bizi karşılayan, Fırat'ın tarif edilmez yeşilliği gözlerimi aldı. Kendimize mani olamadık; arabayı yolun ortasında durdurup fotoğraf makinalarımızla attık kendimizi dışarı. Nehrin ortasında, sanki çölde bir başına kalmış bir vaha gibi, yalnız ve tarif edilemez güzellikte sessizce duruyordu RumKale. Nehirden bize doğru esen o tatlı sert rüzgar beraberinde yağmur sonrası toprak ve tarih kokusunu çarpıyordu yüzümüze yüzümüze.


Hepimizin gözlerinde "biz nasıl bir yere geldik" diyen şaşkın bakışlar vardı. Burası cennetin hangi köşesi? Tepede fotoğraf çekme seansımızı bitirip ilk şokumuzu atlattıktan sonra bir an evvel tepeden aşağıya, nehrin kenarına inmek için gerisin geri arabaya doluştuk. Nehrin kenarına geldiğimizde, sezon sonu yazlık mekanların sessizliği içerisinde kimsesiz bekleşen çarşı esnafı gibi sıra sıra dizilmiş tur tekneleri ile karşılaştık. Yavuzeli tabelasının önünde yaptığımız dakika hesabının daha o dakikadan tutmayacağını anlamış ama şu an bulunduğum bu yeri Nemrut'a tercih edivermiştim. Sanırım herkes aynı anda aynı şeyleri hissetmişti ki kısa bir düşünmenin sonunda arabamıza kadar gelip bize kısa bir Fırat turu öneren bu halim selim adamı reddetmemiştik. Şimdi iyi ki de böyle ölü bir sezonda gitmişiz oraya diye düşünüyorum. Rahat rahat, biz bize, Fırat, ben, sevgilim, tarih, fotoğraf makinamız, tekneden gelen o arabesk, o roman, o yöresel tınılar, o sonsuz yeşil boşluk, o suratımızı jilet gibi kesen mis kokulu rüzgar, o mutlu üşüme hissi...Evet evet kesinlikle iyi ki böyle bir ölü sezonda gelmiştik buraya. Tersi olsa Fırat'ın o sonsuz yeşilliğini görmek için tur teknelerinden izin almamız gerekir, böylesine sakin sessiz kendimizle başbaşa kalamazdık. Her yanda insan kalabalıkları, teknelerden gelen müziklerin ortaya karışık oluşturduğu o karman çorman kültür karmaşası ve anlamsız bir tıklım tıkışlık olurdu. Tanımadığımız insanlarla beraber aynı teknede tura çıkıp, tek bir kare foto için bile belki maymun olurduk tekne köşelerinde sıramızı beklerken. Evet evet tam da bu nedenlerden, teknenin önünde yüzümü ve saçlarımı komple bu deli rüzgara verirken derin bir oh çektim; iyi ki de bu sezonda, iyi ki de şimdi gelmişiz.


Fırat'ın üzerinde gezintimize başlayıp inatla arka fondan bize eşlik etmeye çalışan yöresel müziklerin nezaretinde o yörede doğmuş, büyümüş, okumuş, görmüş geçirmiş kaptanımızın anlattıkları ve gösterdikleri ile büyüleniyorduk. Baraj sularının altından yükselen elektrik direkleri, minareler, suyun altında öylece sessiz sedasız yatan okul çatıları ve tüm bunlara ek olarak kaptanımızın her seferinde kendi hayatından karelerle süsleyerek üzerinde yol aldığımız bu suların hikayesini anlatması ağızlarımı bir karış açıkta bırakmıştı. Şimdi sonsuz bir yeşillikle akıp giden bu suların zamanında tarla olduğunu bilmek, rumkalenin eteklerinde su basması yüzünden ortaya çıkmış çoğu arkeolojik nitelikte olan mezarları görmek ve en önemlisi havadaki o tarif edilmez nehir kokusunu alabilmek dünyada paha biçilemeyecek nadir deneyimlerdendi.







Sular altına gömülen bu sessiz medeniyeti ve suların altında geçmişle geleceğin birbiriyle kaynaştığı, sanki zamanın durduğu, kimsenin hareket etmediği bu toprakları görmediyseniz çok şey kaçırdınız demektir.


Tekne turumuz bittiğinde, Yavuzeli'ne uğramış olmaktan mutlu, suratlarımızda huzurlu bir gülümseme ile yağmur damlalarının ıslattığı camımızdan bu yemyeşil sulara son kez bakıp Kahramanmaraş'a doğru yolumuza devam ettik.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder