30 Mayıs 2010 Pazar

BALIK-EKMEK ARASI GERÇEKLER

Hiç yapmadığımız birşeyi yaptık. Arabamıza atlayıp çoğu zaman başka bir yere erişmek için önünden geçtiğimiz, durup arabadan inmeyi aklımıza bile getirmediğimiz, sanki hiçbirşeyin içeri girmesine izin vermeyecekmiş gibi sağlam duran pencerelerin ardına saklanıp dışarıdakileri izlediğimiz sahil yoluna indik. Tek hedefimiz vardı; balık-ekmek yemek.

O kadar sıcaktı ki hava iki pencereyi birden açıp arabanın içine dolan havanın esintisinde serinliyorduk. Sıcak bazı mahallelerde ne olduğunu anlayamadığımız birşeylerin kokuşmasına neden oluyordu. Turistlerin, camilerin, güneşin altında parlayan minarelerin, arabaların ve bir yığın insanın arasından geçerek sahilde gözümüze kestirdiğimiz bir yere park ettik arabamızı.

Deniz tarafına doğru geçince, o kadar yabancılaştık ki bu şehre, zaman zaman karşıdan bize doğru gelen meraklı turistlerden biriydik artık o insanların gözünde. Binbir türlü insanın arasından geçtik; mangal yelleyen, domates doğrayan, çocuğuna bağıran, telefonla konuşan, yandaki kıza kur yapan ya da ne bileyim ucuz bir olta ile balık tutmayan çalışan binbir türlü insan...

Sahil boyunca gidebildiğimiz yere kadar yürüdük. Bir tek tekne vardı balık-ekmek yapan onun önünden iki defa geçtik. İtiraf etmeliyim karar veremedik orada oturup yemeye çünkü lüks semtlerde huzur bulmaya alışmıştı yüreklerimiz, bu gariban sahil şeridinde kendimizi her an saldırıya uğrayacak gibi hissediyorduk. Oysaki umurlarında değildik belki de onların. Belki de onların tek ilgilendiği konu kocalarının ya da babalarının ya da ağabeylerinin onları böylesi güzel bir yere getirmiş olmasıydı. Ama gel gör ki içimde beni kemiren eğritilikle savaşıp iki kere gel git yapmıştık balıkçının önünden.

En sonunda burnumuza dolan o dayanılmaz kokuya yenik düşüp burada; buranın tek balık-ekmekçisinde yemeğe karar vermiştik balığımızı. Balık-ekmekleri hazırlayan genç yan taraftaki eski sandalı göstermişti aile yerimiz var diyerek. Yüzümüzde tuhaf bir gülümsemeyle eski sandalın ikinci katına çıktık. Kuru masalar ve sandalyeler eşliğinde balık-ekmeklerimizi yerken bir yandan da Haliç’i seyrettik; Haliç’i ve berbat edilmiş sularını, o sudan balık çekmeye çalışan adamları, o suya inatla girmeye çalışan minikleri...

Sonra gerisin geriye yürümeye başladık arabamıza doğru. Yavaş yavaş sahilde olmanın tadını çıkararak yürüdük. Ne kadar da mutlular diye düşündük yüksek sesle. Burada olmak onlar için ne kadar büyük bir mutluluk. Bizi tatmin eder miydi diye düşündük; etmezdi sonucuna vardık içten içe. Sanki yanlış bir cevaba ulaşmış gibi de korumaya çalıştık kendimizi. Burada bu incecik ve kısacık sahilde bir gerçek vardı ki o da bu insanlar bizden değil belki ama çoğu insandan çok daha mutluydu burada. “Biz üçün beşin peşinden koşuyoruz, azla mutlu olmuyoruz” dedi sevgilim. “Herkes erişebileceğini hayal eder, emin ol bizim gibi olmak hayalleri arasında yoktur” dedim. Herkes erişebileceği şeyi istiyordu bu hayatta. Onları da böyle mutlu yapan işte tam anlamıyla buydu. Erişemeyecekleri şeylerin hayaliyle bir buhrana kapılmaktansa erişebildikleriyle mutlu oluyorlardı. Kendilerine göre hedefleri, sınırları, ufuk çizgileri vardı. Ötesini ne hayal ediyor ne de orada olmak istiyorlardı. Onlar orada, o sahilde, çimlerin üzerine yığılmış kimbilir hangi aile konusunu konuşur ya da nelerden bahsederken sessizce konuşmadan önlerinden geçtik.

Bu şehrin birçok yerinde balık-ekmek yemişliğimiz vardı. Hatta bu şehrin en lüks sokaklarında gezmişliğimiz, en pahalı dükkanlarından alışveriş etmişliğimiz ve hatta son paramızı en pahalı lokantalarda harcamışlığımız vardı. Hepsinin de tadı muhteşemdi; hepsinin ayrı bir kokusu ayrı bir dokusu vardı. Kimisinde kendimizi İtalya’da bir pizza yerken kimisinde Paris’te bir kadeh şarap içerken bulmuştuk. Ama hiçbirinde evet hiçbirinde bu kadar hissetmemiştik bu ülkede olduğumuzu. Gerçek geçirmeyen pencerelerimizin ardından izlediğimiz bu mutlu hayatlara hiç bu kadar yakından dokunmamıştık. Onların kokladığı gibi koklamamıştık bu şehri hiç çünkü bizim gittiğimiz yerler hep parfüm kokardı. O çocuklardan biri olsaydım kesin ben de ayaklarımı sokardım o kirli suya diye düşündüm. Çünkü biz bu şehrin kirliliğine birkez bile dokunmamıştık. Yani işin özü biz bu şehirde yaşamamıştık. Yaşadığımızı sandığımız sokaklar, hayatlar hep başka şehirlerin, hep bize ait olmayan şehirlerin yansımasıydı. Biz gölgedeki görüntümüzü yaşamıştık hep; ve inatla. Şimdi durup da o duvara yansıyan gölgenin gerçekliğine dokunmak gibisi yoktu. Bu yediğimiz balık-ekmek ise hayatımızda tattığımız en muhteşem ekmek arası gerçekti.

14 Mayıs 2010 Cuma

KORSELİ KADIN

15 Mayıs 2010....Öyle duru, öyle sıcak, öyle apaçık bir güne uyandım ki anlatamam. Yataktan benimle beraber kalkıp mutfağa kadar eşlik eden huzur, giyinirken de yakamı bırakmayınca ben de onu kolye yapıp boynuma asmaya karar verdim. Arabaya atlayıp yola koyuldum işe gelmek için, her zaman dinlediğim radyo kanalını dinlemeyeyim dedim. Milyonlarcası içinden hiç uğramadığım bir frekansın gönlünü almak fikri hoşuma gitti. Zorlu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yerime geçip bilgisayarımın karşısına oturdum. Bugün özel bir gündü biliyordum ama hayatımı böylesine değiştireceği, gözlerimin önünde gördüğüm dünyayı yerinden oynatacağı aklımın ucundan geçmedi.
O kaynayan güneşin, nefes aldırmayan sıcağın altında, aldığımız onca meyveyi ve meyve suyunu arabanın bagajına sığdırmayı başardık. Dudaklarımın kenarına gelip oturan gülümsemeye engel olamıyordum bir türlü sanki şu kısa yaşamım boyunca işte tam da bu anda çok mutluydum. Hafif hafif ağırlaşmaya başlayan sıcağın altında, milyonlarca araba arasında, radyodan gelen çocukluğumuza dair melodiler üzerine konuşup, gülüp eskilere döndük kısa bir süreliğine. Belki de dedim ya, bu da hayatımda yaşadığım en huzurlu yolculuktu.
Kısa bir yolculuktan sonra, şehrin tam da göbeğinde ama şehirden bir o kadar da arındırılmış kocaman bir bahçenin ortasında duruyorduk şimdi. Burası sanki bu şehrin posası gibiydi. Evet evet; bu tabir belki ağır gelecek hepinize ama zaten ağır gelsin diye söyledim. Ağır gelsin de bu ağırlığı dışarıdaki milyonlarca hafif insanla paylaşın diye söyledim. Manzaradaki tezatı gözlerinizle görseniz inanamazdınız. Eğer bir açıkhava müzesi olsaydı turistlerin akın akın gelip profesyonel kameralarıyla kuşları, ağaçları, binaları fotoğraflayacakları bir yer olurdu herhalde burası. Ama değildi. Değildi çünkü öyle bir tezat vardı ki burada gözlerimin önünden kayan manzara, aynı muhteşem fiziğini çok pahalı bir korseye borçlu olan bir kadının fotoğraf karelerine yansıyan manzarası gibiydi. Aniden başını okşayayım diye uzandığım o miniğin, bu bahçede, kendini sorgusuz kucaklarıma atışı gibiydi içimdeki insana duyduğum hasret.
Dışarıdan fotoğraflanması gereken o binaların içerisinde gezinirken elim çantama uzanıp da fotoğraf makinamın deklanşörüne basamadım. Çantamda bir makina olduğunu bile bana unutturan içimdeki sağ duyu, içimdeki insan, içimdeki ruh, yani yaşadığınızı size hatırlatan içinizdeki o şefkat, yemek yemek için çatal kaşık tutamayan o ellerin elleri, göremeyen o gözlerin gözleri ol dedi. Ben ki tanımadığım bir kişinin bana dokunmasından nefret ederken şimdi kendimi hiç tanımadığım yaşlı bir teyzenin yanında ona çorba içirip üstüne dökülenleri temizlerken buldum. O kadar yakındım ki ona, yorgunluktan, hastalıktan, yaşamaktan; yani tam anlamıyla hayattan yorulmuş dudaklarıyla sessiz sessiz ettiği duaları duydum. Ağır geldi taşıyamadım. Kapının önüne bahçeye çıktım nefes alayım diye ama soluduğum hava bana yabancılaştı. O an yanımdakilere baktım ve gördüm ki benimle beraber bu ağırlığı taşımaya gönüllü dört dev duruyor yanımda. Onlardan güç alarak geri içeri girdim.
İşte o an ne para ne pul...İşte o an ne mevki ne şöhret ne şan...İşte o an ne araba, ne ev, ne telefon...İşte o an bu hayattan aldıklarımla değil bu hayata verdiğim bu küçücük mesajla gurur duydum. İsterdim ki dönüp arkamı baktığımda onlara el olmaya hazır milyonlarca el, göz olmaya hazır milyonlarca göz olsaydı. Kim bilir belki olur...Ne zaman mı?
Eve gidip içinizde bir yerlerde gündelik telaşınız ve hırslarınızla koşarken ardınızda unuttuğunuz o insanı bulup çıkarınca...Önünüzde hayatı size bağlar gibi uzanan o otoyolun kenarında sizi bekleyen, çok değil birkaç cümle evvel bahsettiğim, o korseli kadını ziyaret edince...O kim mi?
O; herbirimiz...O; annemiz...O; babamız...O; DARÜLACEZE...