14 Mayıs 2010 Cuma

KORSELİ KADIN

15 Mayıs 2010....Öyle duru, öyle sıcak, öyle apaçık bir güne uyandım ki anlatamam. Yataktan benimle beraber kalkıp mutfağa kadar eşlik eden huzur, giyinirken de yakamı bırakmayınca ben de onu kolye yapıp boynuma asmaya karar verdim. Arabaya atlayıp yola koyuldum işe gelmek için, her zaman dinlediğim radyo kanalını dinlemeyeyim dedim. Milyonlarcası içinden hiç uğramadığım bir frekansın gönlünü almak fikri hoşuma gitti. Zorlu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yerime geçip bilgisayarımın karşısına oturdum. Bugün özel bir gündü biliyordum ama hayatımı böylesine değiştireceği, gözlerimin önünde gördüğüm dünyayı yerinden oynatacağı aklımın ucundan geçmedi.
O kaynayan güneşin, nefes aldırmayan sıcağın altında, aldığımız onca meyveyi ve meyve suyunu arabanın bagajına sığdırmayı başardık. Dudaklarımın kenarına gelip oturan gülümsemeye engel olamıyordum bir türlü sanki şu kısa yaşamım boyunca işte tam da bu anda çok mutluydum. Hafif hafif ağırlaşmaya başlayan sıcağın altında, milyonlarca araba arasında, radyodan gelen çocukluğumuza dair melodiler üzerine konuşup, gülüp eskilere döndük kısa bir süreliğine. Belki de dedim ya, bu da hayatımda yaşadığım en huzurlu yolculuktu.
Kısa bir yolculuktan sonra, şehrin tam da göbeğinde ama şehirden bir o kadar da arındırılmış kocaman bir bahçenin ortasında duruyorduk şimdi. Burası sanki bu şehrin posası gibiydi. Evet evet; bu tabir belki ağır gelecek hepinize ama zaten ağır gelsin diye söyledim. Ağır gelsin de bu ağırlığı dışarıdaki milyonlarca hafif insanla paylaşın diye söyledim. Manzaradaki tezatı gözlerinizle görseniz inanamazdınız. Eğer bir açıkhava müzesi olsaydı turistlerin akın akın gelip profesyonel kameralarıyla kuşları, ağaçları, binaları fotoğraflayacakları bir yer olurdu herhalde burası. Ama değildi. Değildi çünkü öyle bir tezat vardı ki burada gözlerimin önünden kayan manzara, aynı muhteşem fiziğini çok pahalı bir korseye borçlu olan bir kadının fotoğraf karelerine yansıyan manzarası gibiydi. Aniden başını okşayayım diye uzandığım o miniğin, bu bahçede, kendini sorgusuz kucaklarıma atışı gibiydi içimdeki insana duyduğum hasret.
Dışarıdan fotoğraflanması gereken o binaların içerisinde gezinirken elim çantama uzanıp da fotoğraf makinamın deklanşörüne basamadım. Çantamda bir makina olduğunu bile bana unutturan içimdeki sağ duyu, içimdeki insan, içimdeki ruh, yani yaşadığınızı size hatırlatan içinizdeki o şefkat, yemek yemek için çatal kaşık tutamayan o ellerin elleri, göremeyen o gözlerin gözleri ol dedi. Ben ki tanımadığım bir kişinin bana dokunmasından nefret ederken şimdi kendimi hiç tanımadığım yaşlı bir teyzenin yanında ona çorba içirip üstüne dökülenleri temizlerken buldum. O kadar yakındım ki ona, yorgunluktan, hastalıktan, yaşamaktan; yani tam anlamıyla hayattan yorulmuş dudaklarıyla sessiz sessiz ettiği duaları duydum. Ağır geldi taşıyamadım. Kapının önüne bahçeye çıktım nefes alayım diye ama soluduğum hava bana yabancılaştı. O an yanımdakilere baktım ve gördüm ki benimle beraber bu ağırlığı taşımaya gönüllü dört dev duruyor yanımda. Onlardan güç alarak geri içeri girdim.
İşte o an ne para ne pul...İşte o an ne mevki ne şöhret ne şan...İşte o an ne araba, ne ev, ne telefon...İşte o an bu hayattan aldıklarımla değil bu hayata verdiğim bu küçücük mesajla gurur duydum. İsterdim ki dönüp arkamı baktığımda onlara el olmaya hazır milyonlarca el, göz olmaya hazır milyonlarca göz olsaydı. Kim bilir belki olur...Ne zaman mı?
Eve gidip içinizde bir yerlerde gündelik telaşınız ve hırslarınızla koşarken ardınızda unuttuğunuz o insanı bulup çıkarınca...Önünüzde hayatı size bağlar gibi uzanan o otoyolun kenarında sizi bekleyen, çok değil birkaç cümle evvel bahsettiğim, o korseli kadını ziyaret edince...O kim mi?
O; herbirimiz...O; annemiz...O; babamız...O; DARÜLACEZE...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder